Tutsak Kitap








TUTSAK KİTAP

Bir İtalyan şairinin Rusçaya çevrilmiş şiir seçkisiydi bu. Adını söylesem de bilmezsiniz sanırım. Bir kere bu kitap Türkçeye çevrildi mi çevrilmedi mi bilmiyorum. Sonra çevrilmiş olsa bile asıl adı nedir, aynı adla mı çevrildi, ben Rusça adını Türkmenceye çevirsem, Hüdayi onu Türkçeye aktarıp size söylese bile tanınır mı tanınmaz mı?

Hem ne gerek var canım, size anlatmak istediğim başka mesele. Ben bu kitabı çok severdim. Ne zaman canım sıkılsa, hani nasıl derler, kara kara bulutlar üstüme abansa yahut gündelik hayatın sıkıntıları ayağıma bağlanmış kocaman bir demir gibi karanlık deniz diplerine çekiyor gibi olsa o sevgili kitabımı açardım. Okuduğum dizeler beni alır giderdi İtalya sahillerine. Karakum’un kavruk yazında yanmış yüreğimde bir Akdeniz meltemi gibi eserdi dörtlükler. Satır aralarında bulduğum duru pınarlardan kana kana içer, içimi soğuturdum.

Bilirsiniz bazılarının başucu kitabı dedikleri kitapları vardır. Buna yastık üstü mü altı mı bir şey diyenler de vardı ya bilemedim şimdi… Neyse, benim için bu kitap bütün bunlardan öteydi, daha derin bir anlamı vardı ilişkimizin. O kitapta beni iyileştiren, güzelleştiren bir tılsım vardı sanki. Ne zaman kalemim tutulup kalsa – bu arada o zamanlar gazetelerde, dergilerde tek tük öykülerimin basılmaya başladığını da belirteyim – o kitabı açar, biraz okurdum. Daha bir şiir bitti bitmedi masal devlerinin üç kılını yakmışım gibi esin perisi şıp diye başucumda biterdi. Şüphesiz yazdığı şeylerin böyle uzak iklimlerde, böyle güzel tesirler bırakacağı şairin aklına bile gelmemiştir. Bu durumumdan haberi olsa ne kadar sevinirdi garip. Belki de o çağrışımlar benim bakışımdan, duyuşumdandı da haberim yoktu, sonra düşündüm bunu. O geceden sonra. O geceye geleceğim.

Bir de arkadaşım vardı. Hâlâ var ya fazla görüşmüyoruz son yıllarda. Yok, kavga filan etmiş de değiliz ama fazla görüşmüyoruz işte. İster araya giren yıllara verin ister zamanla yollarımızın demeye dilim varmıyor da ilgi duyduğumuz konuların, bize heyecan veren şeylerin ayrılmasına. O zamanlar, işte biz delikanlıyken filan, yeni yeni bir şeyler yazmaya başladığımız, korka korka dergilerin yazı işlerinde terlediğimiz zamanlar; içtiğimiz su, yediğimiz ekmek ayrı gitmezdi. O arkadaşımla oldukça, oldukça da ne demek olabildiğince samimiydik. Sonradan yollarımız biraz ayrıldı. Yani o biraz başka bir yolun yolcusu oldu, ben biraz başka bir yolun yolcusu oldum. Aslında ikimiz de kesin bir dönüş ya da keskin bir dönüş yapmış filan değiliz de... Bilirsiniz işte siz de yaşamışsınızdır böyle şeyler.

Samimi olduğumuz zamanlar bir gün... Arkadaşım benden o çok sevgili kitabımı istedi. Aynen böyle, bir önceki cümlem gibi son derece basit, yapmacıktan uzak, çekirdek çitme rahatlığıyla o benim yürek ucu kitabımı istedi. Sanki dün akşamki Dinamo Tiflis-Trabzonspor maçından bahsediyormuş rahatlığıyla – o zamanlar Gorboçov devriydi ve ilk defa bir Türk takımıyla “es-es-er” takımı öylesine dostluk maçı yapıyordu – şöyle dedi:

“Ahmet, ben bu kitabı alıyorum, bir iki hafta göz atar, bir dahaki gelişimde getiririm.”

Adam yani bir “Alabilir miyim?” bile demedi canım. Teklifsizliğine mi yanayım, birkaç hafta Akdeniz meltemlerinin gözlerimden esip yüreğimi okşamayacağına mı, yoksa benim yere göğe koyamadığın kitaba elin oğlunun şöyle bir göz atmayı layık gördüğüne mi? Tabii o zaman bütün bunları, böyle ayrıntılı düşünmemiştim. Bu düşünceler uzun yıllar boyunca sıcak örtülerin altında mayalanmış düşüncelerdir. Sadece kalbimde hafif bir sızı hissetmiş ve boynumu büküp:

“Neden olmasın. Ama lütfen unutma ben bu kitabı daha okuyorum...” demiştim.

O kitabın benim için ne kadar önemli olduğunu, kalbimdeki yerini ve saireyi anlatamazdım öyle ulu orta. Ya kıskançlığıma hamlederdi ya da bu aşırı inceliğimi her yerde anlatır, beni arkadaşların arasına çıkamaz hale koyardı. Neme lazım değil mi, arif olan anlardı. Arif olsun, anlasındı. Anladı mı anlamadı mı orasını bilemeyeceğim. Bildiğim bir şey var, o da aradan önce haftaların sonra ayların geçtiği, benim zavallı kitabımın bir türlü geri gelmediği. Gidiş o gidişti yani.

Malı meşakkati, tarlayı tapanı bir kenara koyup yollara düştüm. Demir asa demir çarık diyecek değilim lakin yine de yollara düşmem mesele oldu. O kadar işin gücün arasında neyin nesiydi bu şehre gitmeler. Nenem rahmetli olmadık yemekleri istediğimizde dediği gibi olmadık şeyler istediğimiz zaman da aynı sözü söylerdi. “Onun deliceği durakoysun.” Şimdi de bu lüzumsuz gezinin deliği (midede kaplayacağı yerden kalan boşluk) durakoysa ne olurdu sanki. Kitap dediğin nesne… Hem de şiir kitabı… Hem de Mahtumkulu atamızın filan da değil, Orus dilinde bir şiir kitabı, atla deve miydi? Bütün bu badireleri atlatıp yola revan oldum. Az gittim, uz gittim; yüreciğim buz gittim... Arkadaşa soğumuştum. Onun tuzu kuruydu ne de olsa. Aşkabatlı, hali vakti nispeten iyi bir ailenin çocuğuydu. O çıkıp gelse her zamanki gibi, “Salavmaleykim tavariş!” dese, ben, “Tavariş babana derler” desem olmuyor muydu?

Olmuyormuş. Bunu evlerine varınca anlayacaktım. Anlayıp kendi kendime kızacak, yolda düşündüklerim için o güne kadar başka kimseye söylemediğim kötü, bundan sonra kimseye söyleyemeyeceğim kadar çirkin, ayıp sözler söyleyecektim kendime. Dostum kara günlere düşmüştü, kara günlere düşürmüştü garip anasını.

Dostum gazetede haber yazıyordu ara sıra, öyküleri basılıyordu. Sonunda yarı zamanlı düzeltmen olarak işe girmişti şair ağabeylerimizden birinin kollamasıyla. Bir çeşit pasif direnişçiydi bizim arkadaşlar. Ellerinden pek bir şey gelmezdi ama mesela partiden gelen hazır haberleri dizerken bazı harfleri karıştırır, tashih hatası imiş gibi bazı isimleri, kısaltmaları komik şekilde yazarlardı. Okur olayı anlar, gülerdi. İçin için bu gizli muhalifleri desteklerdi. Arada ilçe parti merkezlerinde yaşanan yolsuzluklarla ilgili haber filan gelirse üstüne gidiyorlardı bir de. Yine böyle bir haberle birinin tekerine taş koymuşlar; sonra bir kumpas, kendini yüz kızartıcı bir suçlamayla penceresiz bodrumlarda bulmuş bizim oğlan.

Yaşlı ve gözü yaşlı anayı biraz teselli ettim. Etmeye çalıştım desem daha doğru olur herhalde, yoksa teselli ne mümkün. Kitabım orada, kitaplığın rafında melül mahzun duruyordu. Belki elimi uzatsam alabilecektim. Ama olacak şey mi? Onlar biricik evlatlarının acısıyla ağlarlarken benim kitabımı istemem... Akla zarar. Arkadaşım demir parmaklıklar arkasında, kitabım demir raflar arasında tutsaktı işte.

Beni sorarsanız. Ben hepsinden daha berbat durumda olduğumu düşünüyordum. O aralar biri sorsaydı bu ayrılık sana mı daha fazla koymuştur, yaşlı anaya mı diye tereddüt bile etmeden “bana” derdim. Onun derdini anlayabilirlerdi çünkü. Misafirler gelirler giderler, “Vah, yazık olmuş dağ gibi delikanlıya. Kendi aslanlar gibiydi de kötü arkadaş kurbanı,” filan derlerdi. Benim halimi anlayabilecek biri yoktu kasabamızda. Belki Aşkabat’ta veya Moskova’da filan bulunabilirdi ama öyle kitap için dertlenecek birini ben tanımıyordum işte. O gün beni oralara kadar sürükleyen konuya giremeden elim koynumda geri döndüm. Aradan aylar geçti, yıllar geçti.

Size garip gelebilir, ne yani bu kitap tek nüsha basılmadı ya git kitapçıya ya bilemedin kütüphaneye diyebilirdiniz. Ama Allah sizi inandırsın o kitaptan kitapçılarda kalmamıştı. Üç beş bin tirajla basılmış önemsiz bir kitap koskoca “es-es-er”in kim bilir nerelerine saçıldı. Sibirya’ya mı, Ermenistan’a mı yoksa Baltık civarlarına mı? Artık kitapçılar Moskova’yla irtibata önem vermiyorlardı üstelik.

Ben tekrar bütün gücümü toplayarak kitabımı istemeye gittim. Birkaç kez tekrarlandı bu. Tahmin edeceğiniz gibi hepsinde de elim boş, gözlerim dolu geri dönmek zorunda kaldım. Arkadaşım yedi yıl yemişti. Yedi yıl, dile kolay. Bizim buralarda çok meşhur bir söz vardır. Yârinden ayrılan yedi yıl ağlar; vatanından ayrılan ölünceye kadar, derler. Ağladım. Sanki yedi yıl. Dile kolay. Yedi kere üç yüz altmış beş gün. Defalarca gittim kitabımın arkasından. Ziyaretlerim üç aşağı beş yukarı birbirinin kopyasıydı. Kopyalaya bas, yeni bir günün dosyasına gir, yapıştıra bas, aynen öyle işte. (Gerçi yedi yıl yatmadı arkadaşım, işin doğrusu ortaya çıktı sonradan ama neyin ne olduğu anlaşılana kadar dört koca yıl geçmişti. Ben evlenmiş, şehre taşınmıştım bu arada.)

Geliyordum. Kapıyı çalıyordum. Bu bahçe kapısıydı elbette. “Teyze”m ağır terliklerinin üstünde, terliklerini ve yorgun gövdesini sürükleyerek gelirdi. Kapıyı açardı. İtlere “hoşt” derdi.

Salona geçirirdi beni. Yeşil çay getirirdi. Çikolata, şeker, reçel getirirdi çayın yanına. Hoş beş ederdik. Annemi babamı sorardı. Havadan sudan konuşurduk biraz. Arada bir şey almak için ya da götürmek için beni yalnız bırakırdı odada. Sevgili kitabımla bakışırdık. O orada yalnız, ben burada yalnız. Kitap bir insanoğluna içini dökmeye muhtaç, ben ona muhtaç çölleşen içime yağmurlar çiseletmek için. Aramızda haya denen, edep denen bir geçilmez duvar, çiğneyip geçemeyeceğim mayın tarlası. Sonra laf her zaman gayet tabii bir akışla arkadaşıma gelir. Teyzem ağlar. Ben yutkunurum. Maalesef boğaz yedi boğumdur. Bu yedi boğum yedi yerinden yedi zincir vurmuştur dilime. Kitabımı isteyemem. Yani... Kadın bu kadar dertliyken, teselliye muhtaçken.

Sayılı gün. Yedi yıl bitmeden bir gün çilesi bitti teyzemin. Ayrılık sona erdi. Kapılar açıldı. Sevenler kucaklaştı. Ziyafetler verildi. Dualar edildi. Kurbanlar kesildi. Bu arada ben bir fırsatını buldum. Sanki pek önem vermiyormuşum gibi, bakarken öylesine gözüme ilişivermiş gibi o kitabı gördüm. Şakaya vurup “Burada bu kadar sustuğu yeter bu gamlı şairin,” dedim. Teklifsiz bir tavırla alıp kabanımın cebine attım. Geç vakit eve döndüm. Yatağıma uzandım. Huşu içinde açtım kitabı, kokladım. Rast gele açtığım bir yerden okumaya başladım. Ama hayret!

Olacak şey değildi. Hayretler içindeydim. Ne bileyim, sanki basit, sıradan ifadelerdi okuduğum. Yanılmış olmalıydım, başka bir yerini açtım. Dikkatle okuyorum. Yapmacık. Ben ne bulmuşum bu kitapta da o kadar sevmişim? Bu kitabın büyüsü nereye gitmiş? Yıllar tadını kaçırmış, kokusunu uçurmuş mu? Yoksa ben uzun yıllar boyunca yokluğunda iyice büyütmüş müyüm gözümde? Hayalimde yeniden kurguladığım bir kitabı mı beklemişim aşkla?

Sanırım değişen kitap değil bendim. Arkadaşım da değişmişti. Arkadaşım pek edebiyatla filan ilgilenmiyordu artık. Hapiste “pazar ekonomisi” hakkında faydacı düşünceler edinmişti. Ben de bazı kitapların aşılabileceğini öğrenmiştim. Zaman içinde bazı kitapların asıl değerini görebileceğimi anlamıştım belki. Bazı kitaplar basamak oluyor işte, onların üstüne basarak önceden elinin ulaşmadığı üst raflara yetişebiliyor insan. Lirik şiirlerle, duygusallıkla bir yere kadar, ruha hitap eden mistik metinler, eskiden sıkıcı bulduğum düşünce kitapları da yer bulmaya başlamıştı küçük kitaplığımda. O kitap hâlâ kitaplığımda. Eski saltanat devrinin hatıralarıyla yaşıyor olmalı. Ara sıra yine kapısını çalıyorum ama Akdeniz meltemleri estirmek için değil de hayal meyal hatırladığım bir delikanlının başında esen kavak yellerini hatırlatır mı diye.

... Bu hikayeyi anlatmama kızım sebep oldu. Okulda Nurmurat Sarıhanov’un “Kitap” hikayesini okumuşlar. Öğretmenleri ödev vermiş. Buna benzer başka kitap hikayeleri bulursanız öğrenin gelin diye. O hikayeyi biz de okumuştuk çocukluğumuzda. Çok sevmiştim. Bazı yerleri propaganda için yazılmış olsa bile hâlâ severim. Sarıhanov’u suçlayamayız bu durum için, kimsenin suçladığı filan da yok zaten, “Devrin talebiymiş” der, geçeriz. Ama kızıma anlatırken sonunu biraz değiştirdim hikayemin. Sanki o ziyafet gecesinden dönerken dayanamayıp yolda ay ışığında okumaya başlıyormuşum kitabı. Malum kış. Köprünün üstünden geçerken birden güçlenen rüzgar kitabı alıp suya atıyormuş. Arkasından çok ağlıyormuşum. O an çiselemeye başlayan yağmurla gözyaşım birbirine karışıyormuş. Falan filan... Biliyorum biraz eski moda ve acemice ama o gün akşam akşam daha iyisini uyduramadım. Bir de mutlu sonla bitirebilirdim. Yani açıyormuşum, göz yaşları içinde üst üste birkaç defa hatmediyormuşum... Bu biraz daha güzel bir son olmakla birlikte o kitabın hâlâ evde olduğunu açık etmek gibi bir sakıncası vardı. Çocuk o kitabı görmek isteyebilirdi pekala. O henüz bir çocuk ve kafasındaki kitap düşüncesinin temiz ve mualla kalması lazım. Şimdilik basamak yapacağımız kitapları bilmese de olur.

Ben hikayenin doğrusunu Hüdayi’ye anlattım. O da size aktarır. İşte dostlar benim zavallı kitabımın tutsaklık hikayesi bundan ibaret. “Zavallı ben” mi demeliydim yoksa? Neyse... Böyleyken böyle yani...

Temrin 136, Mart-Nisan 2024

Yorumlar

  1. Tebrikler! Çok güzel, yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Bazı kitaplar bizimle yolculuk yapmaya devam etmese bile kaçırmamamız gereken trenin (kitabın) istasyonuna onun refakâtıyla ulaşırız.Bir kitabın hikâyesiyle ,bir insanın içiçe geçen yolculuğunun hikâyeleri çok pencere açtırır.Yüreğinize,kalemize sağlık.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar