AH BEN (DENİZLİ GÜNLÜĞÜ)






4 Ağustos 2022, Perşembe



Bu sefer, “Aaa ne zamandır yazmamışım, en son filan tarihte yazmışım baktım da” diyemeyeceğim. Yeni bir dosya açtım çünkü. Bu aralar Acıpayam Dodurga’dayız ve bilgisayarım internete bağlı değil. Günlüğüm Google belgelerdeydi. Şimdi bir Word dosyası açtım orada yazıyorum. Belgelerin bir çevrimdışı yazma ayarı ya da uygulaması vardı, ona bakmam lazım sanırım.
Haber değeri olan epey şey var aslında ama nedense yazmayı erteleyip duruyorum. Hilal’in tayini çıktı. Bu çok önemli bir gelişme hayatımızda. Sekiz yıldır Çankırı’daydık (yoksa dokuz mu), şimdi bu tayinle bir dönem bitiyor, yeni bir dönem başlıyor. Denizli dönemi.
Ortaokul sonuna kadar Denizli’deydim (dile kolay, yıl 1987), sonra benim için tatillere gelip giderken hızlıca içinden geçilen bir şehir oldu Denizli. Şimdi farklı bir dönem, farklı komşuluk ilişkileri, iş güç, hısım akraba… İlginç ama bilinmezliklerle dolu olduğu için gerici aynı zamanda.
Yıllardır görüşmediğim ilkokul arkadaşlarımla aynı mahallede oturacağım mesela. Kuzenler, uzak kuzenler, Kolaklılar… Kayın tarafı, Hilal’in akrabaları…
Bir yandan da...
*
Kolak’ta okumaya başladığım bir kitabı bitirdim bugün. Senaryo teknikleri hakkında bir kitap (O Kediyi Kurtar). Hıdır abinin tavsiyesiyle başlamıştım. Etkilendim. Keşke çok daha önce senaryo yazmaya merak sarsaydım diye düşündüm. Yaş elli. Şimdi geç mi kaldım, bilmiyorum. Sanırım bu yıl bir senaryo yazmayı deneyeceğim. O da renksiz hayatımın fıstıki yeşili olur artık. Bir o kalmıştı zahir.
*
Acaba bu satırlar yeni bir günlüğün ilk sayfaları mı oluyor şimdi. O dosyayı bırakıp yeni dönem için yeni günlük mü desem. Eğer öyleyse pespaye bir giriş oldu. Kusura bakma Sırfâş, daha tumturaklı bir girişle başlamak isterdim bu yeni deftere.

6 Ağustos, Cumartesi

Gündüzler çok sıcak, hava ve bekleyiş günleri sıkıcı. Sabahlar serin ve güzel. Seher vakti kuşlar iyice coşuyor, sonra horoz sesleri, köpek havlamaları, sincaplar ve özellikle kumrular, inekler, koyunlar… Köy sesleri, köy sessizliği güzel. Toprağa yakın olmak, bahçeye inip kahvaltıda yiyeceğin domatesi koparmak güzel.
Safahat okuyorum. Bu sabah “Fatih Kürsüsünden”i bitirdim, dün “Hakk’ın Sesleri”ni… O kadar güncel, o kadar haklı ki. Ve aradan geçen yaklaşık yüz on yıla rağmen ele aldığı her sorunun hâlâ güncel olması o kadar acı ki…
*
Dün Hatice-Ramazan Ak çiftinin bağ evine gittik. Cami kursu çocuklarını çağırmışlar, saç böreği ikram etmek ve sulama havuzlarında eğlendirmek için. Hatice Hala, Hilal’in halası. Bu hayrı da Fethi ağabeyinin vefat tarihine denk getirip yapmışlar. Kırk dört yıl önce kaybettiği ağabeyinin hatırasını kalbinde diri tutan bir kız kardeş.
Bir kırlangıç yuvası dikkatimi çekti. Kırlangıçlar insanların kendilerine zarar vermediğini görünce korkmamaya başlamışlar. Biz oradayken yuvaya girip çıkıyorlar, yakınımıza konmaktan çekinmiyorlardı. Kuşların konduğu telde bir de bitki vardı. Yayladan getirilen bir çiçek, adı ömür çiçeğiymiş. Bazı yerlerde kader çiçeği de denirmiş. Sulu yaprakları var. Duvara asılırmış, topraktan ayrı olsa da uzun süre canlı kalır, bu arada büyümeye devam eder, çiçek açarmış. İlginç bir çiçek, ilginç gelenek.
Bağ evi yavaş yavaş asıl evlerinin yerini alıyor sanırım. Çevresi geniş, rahat. Köydeki evleri çok dar bir alana sıkışmıştı. Evin yanına çiçekler, meyveler, üzümler dikmişler.
Toprağa yakın olmak, toprağın bereketinden ve sunduklarından yararlanmak hoş bir şey. Bir de güler yüzlü Anadolu kadınının gittiği yere çiçek götüren yeşil parmakları… Beyaz, kokulu karanfil gördüm evin yanında, minyatür güller, aynısefa vb… Sanırım henüz çiçek açacak kadar büyümemiş zakkum da vardı.
Davetliler cami kursu çocukları olduğu için imamlar da vardı. Havadan sudan konuştular bir parça. Aceleleri var gibi, bu tür organizasyonlardan çok sıkılıyorlar gibiydi. Keşke biraz günün anlamıyla ilgili de konuşsalardı. Vehbi’yi götürürken dedenin anma günü demiştim, yeni bir şeyler öğreneceğini umuyordu sanırım, çok sıkıldı. Nedense beyaz karanfil, kırlangıç ve ömür çiçeği insanlardan daha sevimli geldi bana.

23 Ağustos, Salı

Epeydir Çankırı’dayım. Eşya toplamaya geldik. Dün Hilal ve çocuklar döndüler; birçok koli, çuval, hurç arasında bir başıma kaldım. Plana göre cumartesi eşya yüklenecekti, sabah nakliyeci aradı, benim arabaya bu kadar eşya sığmaz kusura bakma dedi. Halbuki sormuştum, "Sığar mı," diye; "Sorun yok abim," demişti. Bakalım ne olacak, beni ona yönlendiren arkadaşı aradım "Akşama kadar bir cevap veririm," dedi. Bütün bunlar birkaç bin lira daha ucuza taşınmak için. Yoksa çoktan halletmiş olurduk. Ama ekonominin durumu malum. Hayırlısı artık.
Ayın ilk haftası kiracımız evi boşalttı, anahtarı teslim almaya gittik. On yıl önce beğenerek almıştık evi. Sonra uğramadık, malum ev sahibinin makbulü eve uğramayandır. Bahçedeki ağaçlar büyümüş, orası güzel, ama siteyi bakımsız buldum. Bazı mermerler kırılmış, lambalar varmış çalışmıyor sanırım, çimler kurumuş vb. "Belki herkes köye, kasabaya bir yerlere dağılmıştır, sakinler toplanınca bahçeye de bir çeki düzen verirler," diye düşündük. Evin de bakıma ihtiyacı vardı. Teyzeoğlu Baki Usta sağ olsun bu görevi üstlendi. Ama on yıl önce çok beğendiğim manzara yok olmuş. Kocaman bir bina yapmışlar manzaramın önüne, baraj gölünü tamamen kapatmış. Sitenin yanına da kule gibi ince uzun bir bina dikmişler. Çocuklar da beğenmediler evi, görünce suratları asıldı. "Boyanınca, eşya yerleştirilince belki daha iyi olur, yapacak bir şey yok," dedik.
Çankırı’ya gelince o kadar buralarda kaldık, hiç gezemedik diye Safranbolu ve Amasra’yı gezmeye karar verdiler. İyiydi her iki ilçe de. Gerçekten gezilesi yerler. Bartın’da yazar dostum Emrah Bilge misafir etti bizi. Allah razı olsun. Bartın Karabük arası yol da çok hoş, görülmeye değer bir yol. İki yandan yükselen çınarlar yukarda birleşip bir tünel oluşturuyor. Yolun bu kısımlarında yolculuk masalsı bir hal alıyor.
Şimdi beş altı gün daha burada kese torba arasında yalnız yaşayacağım. Okumak için seçtiğim kitap aylar önce başladığım “Ormanda Yaşam”. Bu da şu andaki pozisyonuma bakınca çok anlamlı bir seçim olmuş ya da tevafuk mu demeliyim. Normal bir kamyona sığmayacak kadar çok eşya biriktirmişim, yerimden kımıldayamıyorum. Eşyaya nefretim artıyor. Bu arada minimal hayatı yücelten, eşyayı, malı mülkü yeren bir metin okuyorum. Thoreau’nın düşüncelerinden etkilenmemek, hatta ona özenmemek imkânsız. Ona öykünmek de imkansıza yakın bir bakımdan. Bunu kim başarabilir ki, kim böyle yaşayabilir ki. Sandığımdan daha eski bir adammış yazar. Tolstoy’a, Gandi’ye ilham vermiş hatta. O şekilde nesnelerin boyunduruğundan azade hayat sürmüş bir Bediüzzaman geliyor aklıma çağımızda yaşayan, sonra eski zaman sofileri, peygamberler, azizler…
Bense bekliyorum. Elim bir işe varmadan, belirsizlikler içinde… Yaş ellinin içi. Hayatımda en uzun oturduğum ev, doğup büyüdüğüm, ilkokuldan sonra ayrıldığım baba ocağını saymazsam, bu ev oldu. Yedi yıl kalmışım bu evde. Aynı zamanda insanlardan uzak, yarı münzevi yaşadığım bir ev. En az misafir ağırladığım, en az insanla görüştüğüm… Ömrümün tuhaf bir durağı. Fiziki şartları iyi bir kafes. Vücudumu saran en dış urbam. Vücudumu görece korurken ruhumu sıkıştıran…
Her göç bir çeşit ölüm provası sanırım. Keşke nesneleri bırakıp gitme lüksümüz olsaydı. Bu halimle dünya malını mezara götürmeye çalışan, belki de onun için canı bedeninden dikenli çalıdan yün ayırır gibi zorla çekilip çıkarılan dünya konuğuna benziyorum sanki. Oysa bir yandan da Bediüzzaman’ın benzetmesiyle yüzde doksan sevdikleri İstanbul’da olan, kalanların da oraya gideceği belli olan Barlalı gibiyim. Akrabalar, eş dost Denizli’de daha fazla. Burada beni umursayan, hayatıma dokunan kimse yok neredeyse. Mülahazalar, mülahazalar…
Babamın yatağa uzanınca başına üşüşen mülahazalar da böyle şeyler miydi acaba. Baktım yaşım örme takkeyle dolaşma yaşına yaklaşıyor, babamın gençliğinde ve orta yaşlarında giydiği türden bir kasket aldım. Ara sıra onunla çıkıyorum sokağa. Birden örme takkeye geçmek istemiyor insan evladı ne de olsa.

29 Ağustos, Pazartesi

Bir hafta daha buradayım. Evde tek başına, iyi bir hayat tarzı değil bu benimkisi. Hele ki geçiciyse, belirsizlikle sınırlıysa, yerleşmeyi değil de göç zamanını bekliyorsan. Dün bir hafta sonrasına bir nakliyeci ayarladık, konuştuk, ön ödeme gönderdim bin lira. On beşe götürecek oldu. Denizli’den Çorum’a eşya götürecekmiş, dönüşte beni alacak. Çocuklar hiç memnun değil, köyden bıktılar, Denizli’de yapılacak işler var. Ben de memnun değilim ama öyle işte… Tek yönlü gitmesi için biriyle konuştum otuz dedi. Pazarlıkla filan yirmi beşe inerdi belki. Belki çok yeri arasam yirmiye de bulunur ama ben beş bin lira kazanamam ki bir haftada. Bir hafta sefil hayat üç beş bin ediyorsa katlanacağım.
Yine de evden çıkmaya karar verdim arada bir. Bu bir haftayı geçen bir hafta gibi bomboş geçirmeyeyim, az çok zihnimi toparlamaya çalışayım dedim. Dün öğle namazı için evden kalkıp Sultan Süleyman Camiine gittim mesela. On altıncı asırdan kalma bir bina. Cami loş ve temiz, sessiz. Çıkışta rüzgar esti, üç beş damla yağmur düştü, çınar yaprakları uçuştu, sanki güz bir selam verdi. Sonra ağaçtan dökülen yapraklar rüzgarın önünde bir o yana bir bu yana metalik bir sesle gidip geldiler. Bankta oturup Arife’yle konuştum biraz. O da bungunmuş benim gibi. Soner hastanede. Biraz onunla da ilgilidir Arife’nin hali, biraz da hep öyledir zaten.
Arife’yle konuşurken ev sahibi Aysel Hanım aradı. Evin nerelerini boyatmak gerekiyor ona bakacaktı. Aslında evi boşaltma sürecimizin uzamasından o da rahatsız ama kibarlığından bir şey demiyor. Kasten yapmıyoruz sonuçta. Evin halinden memnundu anladığım kadarıyla, sadece duvarlar boyanacak. O da normal, yedi yıl oturmuşuz.
Evde “Ormanda Yaşam” okumaya devam ediyorum. Az kaldı. Walden Gölü kenarında bir kulübe düşü. Kamyonlara sığmayan dünya birikintisi arasında minimal bir hayat hayali. Arife "Sen öyle şeylere gelemezsin, çarşafın dokusundan, çorabın naylonsuluğundan bile şikayet eden bir adamsın," diyor. Evet, bu doğru. Ama yine de az eşyaya, basit hayata övgüler düzmek istiyorum. Ben de ona "Eşya az olsun ama iyi olsun, kaliteli olsun, dokusu rahatsız etmesin," diyorum.
Thoreau’nın dediği benim dediğimden çok fazlası aslında, basit bir hayal de değil, derin bir felsefi altyapısı var. Etkilenmemek mümkün değil.
Arada televizyon seyrediyorum ama bir programı baştan sona izleyemiyorum pek. Bir ona bir buna geçiyorum.
Şimdi de kütüphanedeyim. Sessiz ve serin bir ortam. Derli toplu, temiz. Bu yaz gününde kütüphane boş olur sanıyordum, hiç de öyle değilmiş. KPSS’ye hazırlanan gençlerle dolu masalar. Herkes sessizce ve bir işe yerleşebilmek umuduyla sınava hazırlanıyor.

30 Ağustos, Salı

Bugün kütüphaneye gitmedim, resmî tatil olduğunu hatırladım son anda. Bir de üzerimde, maalesef çoğu zaman olduğu gibi bir hımbıllık var. Dün kendime bir köşe temizlemiştim oraya oturdum şimdi ama buraya oturana kadar saat üç oldu. Bugün pek bir şey yapabileceğimi sanmıyorum.
Dün eve geldikten sonra mailime baktım. Nedense günde belki yüz defa sosyal ağlara, WhatsApp’a filan bakıyorum ama e-postaya pek sık bakmıyorum. Hudayberdi Hallı’dan gelen bir mektup ve roman dosyası vardı, geleli iki gün olmuş.
...
Mektubu alınca duygulandım. Bu taşınma sürecinde maddi desteği de oldu Hudayberdi Ağanın, şimdi de moral destek. İnce kalpli, kibar, gün görmüş bir adam. 
...
Marina Tsvetaeva’nın dizelerini bana gönderdiği iki çeviriden yararlanarak çevirmeyi deneyeceğim nasipse. Sonra da kitabını alıp bakacağım. Bakalım o kitapta bu dizeler var mı, varsa nasıl çevrilmiş?

1 Eylül, Perşembe

Bugün kütüphaneye gitmedim. Neden bilmiyorum. Kahvaltı için bir şeyler hazırladım ama iştahım yoktu pek. Yine de yedim biraz.
Eylülün biri eski Sovyet coğrafyasında okulların açılma tarihidir, bir de dünya barış günüymüş televizyondan öğrendim. Neyse ne… Ne okul var benim için ne dünyada barış.
Yalnız içimde bir sıkıntı var sabahtan beri. Öyle belli bir sebebi de yok. Belki bir değil birçok sebebi vardır. küçük küçük sıkıntı sebepleri örülen zayıf iplerin bir urgana dönüşmesi gibi bir urgan olup sıkıyordur boğazımı. Yine de Nevî’nin dediği gibi “Gönüldendir şikayet kimseden feryadımız yoktur.”
...
Otuz iki yıl önceki Gözcübaba Mahalllesi geldi aklıma...Yıllar nasıl da geçmiş.
“Gençliğim mi, yıldızlar mı,
Memleket mi daha uzak?”
Tam böyle miydi Nazım’ın dizeleri bilmiyorum. Ama bu soruyu sıkça soruyorum kendime. En yakını memleket diyesi geliyor insanın ama o da değil. Zaman mekanı da kendisiyle birlikte alıp götürmez mi? O yer aynı yer değil ki artık. Şimdi Gözcübaba’ya gitsem ne bulacağım ki, belki o evler bile yoktur, kentsel dönüşüme takılıp dönüşmüş gitmişlerdir. O insanlar, komşular…
Evet, şikayet gönülden… ama biraz da zamanın böylece geçip gitmesinden, güzel şeyleri götürüp, bize hayatın posasını, kemsiğini bırakmasından belki.
Yine eylül geldi ve ben hurçlar, koliler arasında zamanın göç borusunu bekliyorum.

8 Eylül, Perşembe

Pazartesi Denizli’ye geldim. Hurçlar, koliler derken açıldı çoğu. Tamirat hemen bitmiyor öyle. Taşınmak, yeni bir eve yerleşmek, alışmak çok kolay değil. Ocağın yeri, buzdolabının yeri değişince insanın hareketleri sınırlanıyor. Kapağı tersten açmaya çalışıyorum mesela. Öyle şeyler işte. Ev ilk gördüğümüzdeki kadar soğuk değil, alıştığımız eşyaların ünsiyeti o soğukluğu kırıyor sanırım. Ama yolun gürültüsü içeri doluyor, birbirimizi duymakta zorlanıyoruz. Gece ayrı bir gürültü, sessizliği yırtan motor sesleri… Bir de bu ev kuz yakada. Kışın kolay ısınmayacak gibi. Şimdiden sabahları soğuk oluyor. Gündüz de inadına sıcak. Bugün bir ara fırsat oluşturup evin biraz arkasındaki Kent Ormanı’na gittik. Yürüme mesafesinde çamlar arasında dolaşabileceğim bir yer olması iyi.

11 Eylül, Pazar

Dün Kadir Efem geldi. Sabahiye halamı ziyaret ettik, sağ olsun İdris aldı götürdü, sonra kendi evine götürdü, kahve içtik, kızlarıyla tanıştık. Akşam sitede bir komşunun nişan töreni vardı. Biraz da muhtemel gürültüden kaçmak için dayımlara gittik. Geç saate kadar oturup dündük. Efem ilk yatılı misafirimiz oldu. Yarın öğretmen ve öğrenciler okullarına dağılacak. Heyecan verici bir süreç. Benim de epey işim var ama bir türlü başlayamıyorum gündelik meşgalelerden. Ama bir şekilde şeytanın bacağını kırmam lazım. Belki de tam şu anda kırmalıyım. Ya da az sonra.

Yorumlar

  1. Yine çok lezzetli olmuş kuzen, gönlüne kalemine sağlık.

    YanıtlaSil
  2. "Yaş elli. Şimdi geç mi kaldım, bilmiyorum. Sanırım bu yıl bir senaryo yazmayı deneyeceğim. O da renksiz hayatımın fıstıki yeşili olur artık. Bir o kalmıştı zahir."

    "Bankta oturup Arife’yle konuştum biraz. O da bungunmuş benim gibi. Soner hastanede. Biraz onunla da ilgilidir Arife’nin hali, biraz da hep öyledir zaten."

    "Eylülün biri eski Sovyet coğrafyasında okulların açılma tarihidir, bir de dünya barış günüymüş televizyondan öğrendim. Neyse ne… Ne okul var benim için ne dünyada barış."

    blogspot'ta cümle cümle beğenme, yorum yapma, emoji zart zurt bırakma olsaydı dedirten kısınmlar.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar