Ah Ben (Omzumda İğreti Günler)

1 Mart, Salı

En son ne zaman yazmışım ve o zaman neler yapıyormuşum diye baktım. İki hafta olmuş ve evet, o zamandan beri pek bir şey yapmamışım. Yazmaya, eski dosyaları toparlamaya başlayacaktım mesela, yok, başlamadım. Birilerine iyilik olsun diye düzelteceğim metinler filan vardı. O işlerle ilgili bir adım da atmamışım. Okudum mu o zamandan beri, pek sayılmaz. Arada amcamın anılarını okudum, biraz tefsir okumaya çalıştım, o kadar. Yürüyüşü aksattım, yememe hiç dikkat edemedim. Üç dört gün evden çıkmadığım oldu. Sonuncu evde kalma zincirini bugün çıkarak kırdım. Mart geldi ya bir değişiklik olmalı. Ama öyle bungun, öyle evinsiz günler ki bunlar… Dün basit bir depresyon testi yaptım kendime. Yüz üzerinden önce 46 sonra 39 çıktı. Orta halli bir depresyon sayılıyormuş bu. Bir şekilde kendimi bu halden çıkarmam lazım. Kendim çabalamazsam kimse bir şey yapmaz, yapamaz da belki zaten. Bir ara güneş vardı gündüz, bu iyiye alamet olabilir. Ama çok sıkıldım bu hayat tarzından, çok pis batıyorum, bir bataklık olmuş kısır döngü çekiyor alttan. Hiçbir beklenti, hayatı ilginç kılacak bir şey yok…
İşte öyle… Yine de mart geldi. Sabah erkenden yürüyüşe filan çıkabilsem, kuş sesleri dinlesem kesin iyi gelir de… Çıkabilsem evden. Biraz da yazabilsem.

5 Mart, Cumartesi

Dün güzel bir film izledik TRT2’de “Mandalina Bahçesi”. İyi ki izledik.

Bugün kardeşlerle zoom’da merhabalaştık. Tek tek konuşmaya elim varmıyor, öyle bir hımbıllık. Bugün henüz dışarı çıkmadım, pijamamı çıkarmadım, saat 15.21. Neval vardı, kahve yaptı içtim.

22 Mart, Salı

Mart geldi, gidiyor. Soğuk bir mart oldu bu sefer. Dolu boşluk, her yeri her şeyi dolduran ama anlam katmayan uğraşlar, sıkıntılar.
Yürüyüşe düzenli çıkamıyorum, yazacağım şeyler birikiyor, öylece orada duruyor ve beni rahatsız ediyor ama yazamıyorum. Okuyacağım şeyler de öyle. Kötü planlama mı, planı gerçekleştirmede başarısızlık mı bilemiyorum. Sanırım hayattan beklentim yok. Yaşamakta olduğum hayatı benimseyemiyorum. Ödünç bir ceket gibi eğreti duruyor omzuma geçirdiğim günler. Her şey boş ve boşluğuna bakmadan her yeri, her anı dolduruyor bu anlamsızlık.
Geçtiğimiz hafta birkaç ders çıktı, o platformda profil oluşturalı dört ay olmuştur sanırım. Birkaç ders çıktı sonunda, ilginç bir şekilde ben lise veya lisans öğrencisi beklerken ters talebi yüksek lisans öğrencilerinden geldi. O bir saatlik ders verdiğim günler kendimi daha iyi hissettim. Yapılan az bir iş, biriyle konuşmak küçük bir anlam kırıntısı demek.
Hansel’le Gratel’in evlerinin yolunu bulmak için attıkları ekmek kırıntısı gibi şeyler mi bunlar acaba? Anlamsızlık boşluğunda tamamen kaybolmamı önleyebilecek mi bu küçük kırıntılarla yollara işaret koymalar. Ya da zamanın ve güncelin arsız kuşu yolumu yitirmeyeyim diye işaret ettiğim bu uğraş kırıntılarını yiyerek takip mi ediyor adımlarımı.
"Feleğin bir kuşu var, pençesi demirdendir."
Şimdi türkünün bu dizesini hatırladım. Dün okuduğum Fil suresi tefsiri geldi aklıma. Ebabil hakkında uzun açıklamalar vardı tefsirde. Bazı tefsirciler pençelerinden de bahsetmiş. Bu kuşların pençeleri köpek pençesi gibi diyenler olmuş. Bu konu belirsiz. Ama pençelerinde ve gagalarında üç küçük taşla geldikleri konusunda hemen hemen hemfikirler sanırım. Üç küçük taş, sıcaktan kiremit gibi, sırça gibi sertleşmiş boncuk büyüklüğünde taşlar. Mecid Mecidi’nin filmi canlandı gözümde. Nedense bu kuşlar korku değil, ümit uyandırıyor.
Feleğin pençesi demirden olan kuşu bu kuşlardan değil. Belki bizzat zaman, belki zamane.
Emel Defteri’ne baktım az önce dört ayı geçmiş, bir şey eklememişim. Demek günlükten bile olsa paylaşacak bir şey olmadı. Paylaşmak istemedim demek. Öylece içime kapandım, kapıları üstüme çekip pustum kaldım. Yazık bana.

29 Mart, Salı

Hava nispeten iyi birkaç gündür. Kaç aydır çıkmadığım balkonu yıkadım dün. Kalın bir katman oluşturan tozların siyah bir su olarak gidere akması güzel duygular oluşturdu içimde. Bir arınma gibi. Sanki kalbimde, ruhumda bir yerlerde de bu tozlarla beraber akıp gitmesini istediğim şeyler varmış ve akıp gidebilirmiş gibi. Balkon yıkamakla istiğfar arasında bir ilişki olmalı. İki kova suyla çıktım balkona ve yetti. Bugün de o kadar aradan sonra balkon yürüyüşü için çıktım. Bir kuş ötüyordu. Hava serindi ama üşütmüyordu. Temel tesbih programımı yaptım ya da zikir 101, öğrenci diliyle. Parkta yürürken soluduğum havadan daha temiz sanki balkonda soluduğum hava, bir de yüksekte olunca dağda tepede yürüyormuş gibi bir havası oluyor balkon yürüyüşlerinin. Sorun kısa mesafede dönüp durmak, volta dedikleri yürüyüş sistemine benziyor sanırım. İşte öyle. Sabahtan biraz tefsir okudum, çamaşır serdim, bir iki oda süpürdüm ve kuru fasulye pişirdim. Çoğu zaman bir haftada bu kadar iş yapmıyorumdur. Kuru pek iyi değildi aslında, tuzu ve salçası fazla kaçmış ama Vehbi hiç yorum yapmadı. Çoğu zaman sadece ekmek kızartıyorum çocuğa, hiç şikayet etmiyor. Hatta arada “Bugün de bu garibi doyurdun, Allah senden razı olsun,” diye yavanlık yapıyor. Bulduğuyla yetiniyor, bu iyi bir şey sanırım.
Sonra yeğenle bacı aradı, diğer bacıları da ekledik köyden çevreden son dedikodular üzerine lafügüzaf yaptık.

12 Nisan, Salı

Bugün 10 Ramazan 1443.
“Günler gelip geçmektedir / Kuşlar gibi uçmaktadır.”
Günler, haftalar, aylar, yıllar…
"Ömür de geçip gitmekte…" Geldiyev’in şiir kitabının adıydı bu. “Ömürdür, geçer.” dedi bir ara Bike. Yok, bunu ben dedim; o “Marttır, gelir,” demişti sanki.
Bir önceki notu ne zaman yazmışım ve o gün nelerden bahsetmişim diye baktım az önce. Balkona çıkmışım, balkon yıkamışım. Evet, birkaç kez çıktım arada da ama geçen yılki gibi düzenli çıkmadım. Tefsir bitti. Sanırım on yıl önce başlamıştım. Bir iki cilt okuyup bırakmışım, son altı yedi cildi son iki yılda okudum. Başta düşüncem on cildi bir yılda okumaktı. Aslında ayda bir cilt okurum sanmıştım. Neyse, planlandığı gibi giden bir şey değil hayat. Bunu çoktan öğrendim. Tefsiri bitirince hadis külliyatına başladım. Kütüb-i Sitte, açıklamalı. İbrahim Canan Hocanın. Bir uygulamada vardı, telefondan okuyorum bu sefer. Şu kadar yılda okurum diye tahminde bulunmayacağım artık. İyi olmuyor. Ölmeden bitirmeyi umuyorum.
Pek bir şey yaptığım yok bu aralar ama yine de çok işim varmış ve yetiştiremiyormuşum duygusuna kapılıyorum. Bir öğrencim var, birkaç haftadır. Haftada iki kez Osmanlıca çalışıyoruz. Yüksek lisans öğrencisiymiş, diplomatik diye bir ders için arşiv belgeleri okuyoruz. Daha önce böyle metinler okumamıştım, zor değilmiş aslında. Bir platformda verebileceğim dersleri saymış, hesap oluşturmuştum. Orada diğer alanlarda orta, ileri derken Osmanlıca için sadece başlangıç, orta demiş; ileriyi saymamıştım. Şimdi onun için de ileri desem olacakmış diye düşünüyorum. Bir ara yine yüksek lisans yapan birkaç öğrenciye gazel şerhi anlattım ama bir seferlikti. Geçti gitti. İşin ilginç yanı hiç lise ortaokul öğrencisi çıkmadı benden ders almak isteyen.
Bir de serbest editörlük işim var. Geçenlerde on gün kadar uğraşıp yaklaşık 150 sayfa olacağını düşündüğüm bir kitap tashih ettim. 144 lira yatırmışlar. En az 300 lira olur sanıyordum. Sayfasına bir lira mı veriyorlar acaba. Olacak şey değil. Bacılara anlattım. Bu piyasada ücretler hiç artmıyor mu yahu, bize on beş yirmi yıl önce de aynı fiyatla ödeme yapıyorlardı dediler. Hayat bir tuhaf. İnsan bunları görünce, boşuna vakit harcıyorsun, böyle saçmalıkları bırakıp kendin yazsana bir şeyler diyor. Ama ona da heves yok. Kuyuya atılan taş her kitap. Kulağını kuyu ağzına tutsan da bir ses gelmiyor diplerden. Bir iki aydır tek kitap satılmamış, yine de umutsuzca her gün sistemden kontrol etmekten alamıyorum kendimi. Hayatla bir bağ ne de olsa...
İşte bir ramazan gecesi sahur beklerken günlüğe yazılanlar. Daha dolu şeyler yazılmalı ama… işte… hayat bu. “Günler gelip geçmektedir…” Yaş elli, iş belli… Böyle bir atasözü var mıydı acaba? Yoksa da artık olsun bence.





Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar