Zaman Irmağında Kovulan
İyi hikâyeler iyi bir başlangıçla başlar. İyi bir cümle olur bazen bu, bazen meşhur yazarın meşhur tespitinde söylediği gibi şehre bir adam gelir ya da bir yolculukla başlar hikâye. Anlatılarda belki doğrudur bu da gerçek hayatta öyle midir acaba? Gerçekten bir başlangıç, bir son, önemli dönüm noktaları var mıdır?
Bir gençle konuşuyordum, hayatta öyle dönüm noktaları diye bir şey yok bence, dedi. Filmlerde, romanlarda oluyor öyle, ama hayat başka, dedi. Sonra örnek verdi. Mesela bir aşk kıvılcımlanıyor, yavaş yavaş alevleniyor, derken evlilikle bitiyor, mutlu son diyoruz buna. Bazen de başlangıç oluyor bu. Yani aynı olay bir bitiş veya başlangıç olarak ele alınabiliyor. Bu bir dönüm noktası kabul ediliyor. Bense diyorum ki hayat devam ediyor. Başlangıç ya da son değildir bu, sürecin bir parçasıdır sadece.
Gence kısmen hak verdim. Elbette hayatta bir anlatıdaki gibi net başlangıçlar ve sonlar olmaz ama dönüm noktaları olur bence. Belki bir nokta değildir bu, tespit edilmiş kesin bir tarihe, saate karşılık gelmiyordur. Ama hiç değilse görece bir başlangıç ve sondan bahsetmezsek bir şeyleri anlamak, anlamlandırmak çok güç olmaz mı? İnsan zihni her şeyi bir parça, bazen de tamamen indirgemeci bir bakışla kavramaz mı?
Tarihte de öyle değil midir? Olayları kolay anlayalım diye, daha bağımsız bir bilim olma yolundayken çağlara ayırmışlar tarihi. Antik çağ, orta çağ, yeni çağ ve saire... Çağlar arası geçişi de bazı olaylara bağlamışlar. Öğrenciler tarih derslerinde öğrenirler bunu, net bir tarih olarak ezberlemişlerdir. İstanbul'un fethiyle yeni çağ açıldı. Ne zaman? 1453'te. Ayı günü de var bunun. Peki ama o an mesela İstanbul'da yaşayan insanlar bunun farkında mıydı? Bir gün önce orta çağda, bir gün sonra yeni çağda yaşadıklarının farkına vardılar mı? Ne bileyim ekmeğin tadında, pazarın fiyatında gözle görülür bir değişim gördüler mi? Bir de bütün dünya tarihçileri bu çağ değişimini aynı olaya mı bağlıyor? Başka görüşler de var mı? Dünyanın başka bir yerinde İstanbul’un fethiyle orta çağın bittiğini öğreniyor mu öğrenciler?
Aslında hem tarihi olayları, hem insan hayatını ele alırken indirgemeci bir gözle bakıyoruz resme. Çünkü herşey çok kompleks, anlaşılması, kavranması zor, olayların nedenleri sonuçları neredeyse sayısız ince ipliklerle birbirine bağlanmış. Anlamak ve anlatmak için ana çizgileri öne çıkarıp bazı ayrıntıları ihmal ederek zihnimizdeki bir şablona oturtmaya çalışıyoruz süreci. Her yeni olgu öncekilerle ve sonrakilerle bağlı. Biz zamanı belli parçalara ayırmışız; yıl, ay, hafta, gün, saat... Birbirini takip ediyor bunlar, bir olay zinciri... Tıpkı kurmaca anlatılarda olduğu gibi. Biri öbürünün sebebi, öbürü diğerinin neticesi, küçük zaman parçaları birbirine bağlanmış akıp gidiyor. Peki bu akıştan çıkmak, zamanın bağıyla kayıtlı kalmamak mümkün mü? Bu soru başka yerlere götürür bizi. Sıralı zamandan kurtulmak, Mevlana'nın beş duyu, altı yön dünyası tabiriyle anlattığı madde âleminden kurtulmakla mümkündür belki. Çünkü zamanı ölçerken kullandığımız ölçütler beş duyuyla algıladığımız, altı yönden bizi kuşatan nesnelerle ilgili. Ama bu başka mesele... Zamanın akışından azade olabilirsek zaten bir derdimiz kalmaz dünle, bugünle.
Dün, bugün, yarın derken aklıma bugünün dün ve yarınla hesaplaşması meselesi geldi. İnsan dokuz köyden kovulan bir sürgün gibi, zaman ırmağında kovguya uğradığı duygusuna kapılır sıkça. Şair demiş ya “Gündüz kovdu geceye, sonra gündüze gece.” öyle işte. Bu hesaplaşmayla ilgili iki yaklaşım var ve ikisi de önemli. Birbirine ters gibi bu iki yaklaşım ama biraz uzaktan bakınca aslında bir terslik olmadığını anlıyorum. İlki bugünün hakkını savunuyor. Bugünde daha doğrusu şimdiki zamanda, “an”da yaşayan insanın o anla meşgul olurken gücünü kaybetmemesi düşüncesi üzerine kurulmuş. Bu bakış açısıyla şöyle seslenebiliriz kendimize.
Ey insan! Geçmiş elinde değildir senin, acılarıyla seni güçlendiren, deneyim kazanmanı sağlayan, mutluluklarıyla tatlı bir hatıra olarak geride kalan zamanın adıdır. Geçmişten ibret alabileceksen al, ama sırtında bir kambur gibi taşıma maziyi. Geçti gitti. Gelecek dersen, daha gelmedi, kuruntularla, karamsarlıkla geleceğe bakarak tokat yemeden ağlayan çocuk gibi olma. Bugüne bak. Bütün gücünü yaşadığın “an”a yoğunlaştır ki sabır kuvvetin yetsin.
Bu çoğumuzun aşina olduğu bir hayat dersi. Bir bilge, dünyanın yükü altında ezilip görevlerimizi ihmal etmeyelim, büsbütün kaderciliğin karamsarlık kuyusuna düşmeyelim diye vermiş bu dersi. Dayanma gücümüzü yerli yerinde kullanalım ve acılara, ayrılıklara karşı yıkılmadan durabilelim diye verilmiş bir ders bu. Bir bakıma buna da “anı yaşa” denebilir.
İkinci yaklaşım Hayyamca “anı yaşama” düşüncesine karşı Mevlana'nın bir uyarısı. Onu da belki şöyle aktarabiliriz.
Ey insan! Bugünün dar kafesine sıkışıp kalma. Bir gözünle evveli, bir gözünle âhiri gözetle dur. Bugün dünün meyvesi olduğu gibi yarının da tohumudur. Dün zaman tarlasına ektiğini bugün yiyorsun, bugün diktiğini yarın hasat edeceksin. Gelecek zaman denilen boş ve ıssız bozkıra odun taşırsan cehennemle, güller sümbüller götürürsen cennetle karşılaşırsın. Geçmişi boş verme, ibret al. Ona göre yaşa bu anı ve geleceğini bugünden şekillendireceğini unutma. Bugün dediğin şey geçmişle gelecek arasında sayıya gelmeyecek küçük bir zaman aralığı, belki de bir yanılsamadır.
Demek aslında her iki yaklaşımda da bilge insanlar anın değerinden bahsetmişler ama birincide boş yere geçmişi ve geleceği düşünüp bugünü ihmal etmeme, bugünkü zorluklara, sınamalara katlanamayacak duruma düşüp büsbütün ümitsizlikte boğulmama dersi verilirken, ikinci yaklaşımda peki öyleyse geçmiş ve geleceğe hangi gözle bakmalıyım sorusunun cevabı verilmiş.
Bütün bunları toparlayıp bir çırpıda anlatamadım haliyle o gence. Biraz bekledim, dediklerini anlamaya çalıştım.
“Belki haklısın” dedim. Bir şeyler daha geveledim, demin söylediklerimin karikatürü denebilecek laflar. “Yani hayat devam ediyor mu demek istiyorsun?”
Yine sustum. Aslında anlatılarda da o kadar kesin bitişler ve başlangıçlar yok belki, diye düşündüm. Anlatıcı bir yerde kesmek zorunda. Her şeyi anlatması mümkün olmaz ki. Her anlatım bir seçmedir. Her hikâye -ister roman olsun, ister film, dizi- bir çeşit haritadır. Konusu var siyasi mi, fiziki mi, demografik mi... ve bir ölçeği var. Dünyanın belli bir kesitini alıyor, bir ülkeyi, bir şehri ve saire. Yoksa anlatıcı her şeyi anlatmaya kalksa dünyanın bir bölü bir ölçekli haritasını çizmeye kalkmış gibi olmaz mı?
Evet, dedi genç adam “Rüzgar yükseliyor, yaşamaya çabalamalı.”
“Bunu öyle mi anlıyorsun sen?” dedim.
“Değil mi?” dedi.
“Bence” dedim, “rüzgar yaşamayı kolaylaştırıyordur. En azından o animede uçağın havalanmasını kolaylaştıran bir unsur.”
Bu dizeyi Miyazaki'nin bir animasyon filminden hatırladığını biliyordum. Eser adını da bu dizeden almış, “Rüzgar Yükseliyor.”
“Hiç öyle düşünmemiştim,” dedi.
Acaba doğru mu anlamıştım dizeyi. Paul Valery'nin şiirine baktım yeniden. Ben de çok indirgemeci bakmış olabilirim meseleye. Şiirin adı “Deniz Mezarlığı” bir kere. Birkaç çevirisini okudum. İçine giremedim şiirin. Hüzünlü bir şiir olduğunu anladım, sonra bir şeyler sezdim o kadar. Yazıldığı dilde okuyabilsem farklı olur muydu acaba? Emin değilim. Ölümün kaçınılmazlığını, bu kaçınılmazlıkla beraber, geçip gidenlerin verdiği hüzünle beraber yine de bir yerinden hayata tutunmak, tat almaya çalışmak gerektiğini mi anlatıyor acaba? Hiç emin değilim.
O genç benden daha iyi anladı belki de, hem zamanı hem o dizeyi. Dilime kim bilir ne zaman dinlediğim bir ilahinin nakaratı takıldı derken. Hacı Bayram Veli'nin miydi güftesi?
“Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem...”
Bir gençle konuşuyordum, hayatta öyle dönüm noktaları diye bir şey yok bence, dedi. Filmlerde, romanlarda oluyor öyle, ama hayat başka, dedi. Sonra örnek verdi. Mesela bir aşk kıvılcımlanıyor, yavaş yavaş alevleniyor, derken evlilikle bitiyor, mutlu son diyoruz buna. Bazen de başlangıç oluyor bu. Yani aynı olay bir bitiş veya başlangıç olarak ele alınabiliyor. Bu bir dönüm noktası kabul ediliyor. Bense diyorum ki hayat devam ediyor. Başlangıç ya da son değildir bu, sürecin bir parçasıdır sadece.
Gence kısmen hak verdim. Elbette hayatta bir anlatıdaki gibi net başlangıçlar ve sonlar olmaz ama dönüm noktaları olur bence. Belki bir nokta değildir bu, tespit edilmiş kesin bir tarihe, saate karşılık gelmiyordur. Ama hiç değilse görece bir başlangıç ve sondan bahsetmezsek bir şeyleri anlamak, anlamlandırmak çok güç olmaz mı? İnsan zihni her şeyi bir parça, bazen de tamamen indirgemeci bir bakışla kavramaz mı?
Tarihte de öyle değil midir? Olayları kolay anlayalım diye, daha bağımsız bir bilim olma yolundayken çağlara ayırmışlar tarihi. Antik çağ, orta çağ, yeni çağ ve saire... Çağlar arası geçişi de bazı olaylara bağlamışlar. Öğrenciler tarih derslerinde öğrenirler bunu, net bir tarih olarak ezberlemişlerdir. İstanbul'un fethiyle yeni çağ açıldı. Ne zaman? 1453'te. Ayı günü de var bunun. Peki ama o an mesela İstanbul'da yaşayan insanlar bunun farkında mıydı? Bir gün önce orta çağda, bir gün sonra yeni çağda yaşadıklarının farkına vardılar mı? Ne bileyim ekmeğin tadında, pazarın fiyatında gözle görülür bir değişim gördüler mi? Bir de bütün dünya tarihçileri bu çağ değişimini aynı olaya mı bağlıyor? Başka görüşler de var mı? Dünyanın başka bir yerinde İstanbul’un fethiyle orta çağın bittiğini öğreniyor mu öğrenciler?
Aslında hem tarihi olayları, hem insan hayatını ele alırken indirgemeci bir gözle bakıyoruz resme. Çünkü herşey çok kompleks, anlaşılması, kavranması zor, olayların nedenleri sonuçları neredeyse sayısız ince ipliklerle birbirine bağlanmış. Anlamak ve anlatmak için ana çizgileri öne çıkarıp bazı ayrıntıları ihmal ederek zihnimizdeki bir şablona oturtmaya çalışıyoruz süreci. Her yeni olgu öncekilerle ve sonrakilerle bağlı. Biz zamanı belli parçalara ayırmışız; yıl, ay, hafta, gün, saat... Birbirini takip ediyor bunlar, bir olay zinciri... Tıpkı kurmaca anlatılarda olduğu gibi. Biri öbürünün sebebi, öbürü diğerinin neticesi, küçük zaman parçaları birbirine bağlanmış akıp gidiyor. Peki bu akıştan çıkmak, zamanın bağıyla kayıtlı kalmamak mümkün mü? Bu soru başka yerlere götürür bizi. Sıralı zamandan kurtulmak, Mevlana'nın beş duyu, altı yön dünyası tabiriyle anlattığı madde âleminden kurtulmakla mümkündür belki. Çünkü zamanı ölçerken kullandığımız ölçütler beş duyuyla algıladığımız, altı yönden bizi kuşatan nesnelerle ilgili. Ama bu başka mesele... Zamanın akışından azade olabilirsek zaten bir derdimiz kalmaz dünle, bugünle.
Dün, bugün, yarın derken aklıma bugünün dün ve yarınla hesaplaşması meselesi geldi. İnsan dokuz köyden kovulan bir sürgün gibi, zaman ırmağında kovguya uğradığı duygusuna kapılır sıkça. Şair demiş ya “Gündüz kovdu geceye, sonra gündüze gece.” öyle işte. Bu hesaplaşmayla ilgili iki yaklaşım var ve ikisi de önemli. Birbirine ters gibi bu iki yaklaşım ama biraz uzaktan bakınca aslında bir terslik olmadığını anlıyorum. İlki bugünün hakkını savunuyor. Bugünde daha doğrusu şimdiki zamanda, “an”da yaşayan insanın o anla meşgul olurken gücünü kaybetmemesi düşüncesi üzerine kurulmuş. Bu bakış açısıyla şöyle seslenebiliriz kendimize.
Ey insan! Geçmiş elinde değildir senin, acılarıyla seni güçlendiren, deneyim kazanmanı sağlayan, mutluluklarıyla tatlı bir hatıra olarak geride kalan zamanın adıdır. Geçmişten ibret alabileceksen al, ama sırtında bir kambur gibi taşıma maziyi. Geçti gitti. Gelecek dersen, daha gelmedi, kuruntularla, karamsarlıkla geleceğe bakarak tokat yemeden ağlayan çocuk gibi olma. Bugüne bak. Bütün gücünü yaşadığın “an”a yoğunlaştır ki sabır kuvvetin yetsin.
Bu çoğumuzun aşina olduğu bir hayat dersi. Bir bilge, dünyanın yükü altında ezilip görevlerimizi ihmal etmeyelim, büsbütün kaderciliğin karamsarlık kuyusuna düşmeyelim diye vermiş bu dersi. Dayanma gücümüzü yerli yerinde kullanalım ve acılara, ayrılıklara karşı yıkılmadan durabilelim diye verilmiş bir ders bu. Bir bakıma buna da “anı yaşa” denebilir.
İkinci yaklaşım Hayyamca “anı yaşama” düşüncesine karşı Mevlana'nın bir uyarısı. Onu da belki şöyle aktarabiliriz.
Ey insan! Bugünün dar kafesine sıkışıp kalma. Bir gözünle evveli, bir gözünle âhiri gözetle dur. Bugün dünün meyvesi olduğu gibi yarının da tohumudur. Dün zaman tarlasına ektiğini bugün yiyorsun, bugün diktiğini yarın hasat edeceksin. Gelecek zaman denilen boş ve ıssız bozkıra odun taşırsan cehennemle, güller sümbüller götürürsen cennetle karşılaşırsın. Geçmişi boş verme, ibret al. Ona göre yaşa bu anı ve geleceğini bugünden şekillendireceğini unutma. Bugün dediğin şey geçmişle gelecek arasında sayıya gelmeyecek küçük bir zaman aralığı, belki de bir yanılsamadır.
Demek aslında her iki yaklaşımda da bilge insanlar anın değerinden bahsetmişler ama birincide boş yere geçmişi ve geleceği düşünüp bugünü ihmal etmeme, bugünkü zorluklara, sınamalara katlanamayacak duruma düşüp büsbütün ümitsizlikte boğulmama dersi verilirken, ikinci yaklaşımda peki öyleyse geçmiş ve geleceğe hangi gözle bakmalıyım sorusunun cevabı verilmiş.
Bütün bunları toparlayıp bir çırpıda anlatamadım haliyle o gence. Biraz bekledim, dediklerini anlamaya çalıştım.
“Belki haklısın” dedim. Bir şeyler daha geveledim, demin söylediklerimin karikatürü denebilecek laflar. “Yani hayat devam ediyor mu demek istiyorsun?”
Yine sustum. Aslında anlatılarda da o kadar kesin bitişler ve başlangıçlar yok belki, diye düşündüm. Anlatıcı bir yerde kesmek zorunda. Her şeyi anlatması mümkün olmaz ki. Her anlatım bir seçmedir. Her hikâye -ister roman olsun, ister film, dizi- bir çeşit haritadır. Konusu var siyasi mi, fiziki mi, demografik mi... ve bir ölçeği var. Dünyanın belli bir kesitini alıyor, bir ülkeyi, bir şehri ve saire. Yoksa anlatıcı her şeyi anlatmaya kalksa dünyanın bir bölü bir ölçekli haritasını çizmeye kalkmış gibi olmaz mı?
Evet, dedi genç adam “Rüzgar yükseliyor, yaşamaya çabalamalı.”
“Bunu öyle mi anlıyorsun sen?” dedim.
“Değil mi?” dedi.
“Bence” dedim, “rüzgar yaşamayı kolaylaştırıyordur. En azından o animede uçağın havalanmasını kolaylaştıran bir unsur.”
Bu dizeyi Miyazaki'nin bir animasyon filminden hatırladığını biliyordum. Eser adını da bu dizeden almış, “Rüzgar Yükseliyor.”
“Hiç öyle düşünmemiştim,” dedi.
Acaba doğru mu anlamıştım dizeyi. Paul Valery'nin şiirine baktım yeniden. Ben de çok indirgemeci bakmış olabilirim meseleye. Şiirin adı “Deniz Mezarlığı” bir kere. Birkaç çevirisini okudum. İçine giremedim şiirin. Hüzünlü bir şiir olduğunu anladım, sonra bir şeyler sezdim o kadar. Yazıldığı dilde okuyabilsem farklı olur muydu acaba? Emin değilim. Ölümün kaçınılmazlığını, bu kaçınılmazlıkla beraber, geçip gidenlerin verdiği hüzünle beraber yine de bir yerinden hayata tutunmak, tat almaya çalışmak gerektiğini mi anlatıyor acaba? Hiç emin değilim.
O genç benden daha iyi anladı belki de, hem zamanı hem o dizeyi. Dilime kim bilir ne zaman dinlediğim bir ilahinin nakaratı takıldı derken. Hacı Bayram Veli'nin miydi güftesi?
“Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem...”
Yorumlar
Yorum Gönder