YAZMAK NEYİM OLUR
(2009 ya da 2010 yılında yazılmış bir yazı)
Son günlerde Martin Eden’i tekrar okudum. Bir romanı ikinci kez okumak pek âdetim değildi ama bu âdetimi de gözden geçirilecek âdetler listesine yazdım birkaç yıl önce. Uzayıp giden bir liste bu. Tekrar gözden geçirmem gereken şeyler ruh portremi oluşturan unsurlar içinde gittikçe artan bir yığın teşkil ederken sorgulama ihtiyacı hissetmediklerim gittikçe azalıyor.
Hiç rahatsız da değilim bu durumdan. Mesela, zaman zaman her şeyi bırakıp gidebilir miyim bir gün diye soruyorum kendi kendime. Kendi kendime sorduğum çoğu soruya cevap vermediğim gibi bu soruya da cevap vermiyorum elbette. Sürüncemeye bırakıyorum. Gün ola, devran döne… Necip Fazıl’ın müstakil beyitlerinden biri takılıyor dilime. “Yandı kitap dağlarım, ne müthiş hâl oldu / Sonunda bana kalan yalnız ilmihâl oldu.”
Kitapları ikinci üçüncü kez okuma düşüncesi munisleşmeye başlarken, bir yandan hiç okumamak hiç yazmamak düşüncesi de munisleşiyor ve bu ikisi çelişiyor gibi gelmiyor içime. Hem nalına, hem mıhına. Artık edebiyatı medebiyatı bir yana koyup “ilmihal” okusam diyor bir yanım. Bir yanım tekrar Knut Hamsun’a, Herman Hesse’e vs…’ye dönmek istiyor. İkisini telif etmek mümkün mü, bilmiyorum. Düşünme gereği de duymuyorum. Çünkü pratikte böyle bir lüksüm olmayacak belki hiçbir zaman. Hiçbir zaman çekip gidemeyeceğim. Edebiyata mı ilmihale mi yoksa ikisine birden mi döneyim diye sormak zorunda kalmayacağım. Çünkü “Âbâd (!) olası hânede evlâd u ıyâl var.”
Bütün bu karmaşık duygular içinde yuvarlanır giderken kendime sormadan edemedim. “Yazı benim neyim olur?” Babamın oğlu mu, eşimin kuması mı, çocuklarımın kardeşi mi? Yoksa olmasa da olur mu? Bilemiyorum.
Yazınca kendimi daha iyi hissettiğim doğru. Ama Martin Eden gibi yazıyı idealleştirmediğim, gecemi gündüzümü yazıya vermediğim, hayatımda hiçbir zaman birinci önceliğim kabul etmediğim de doğru. Martin’i mutsuz eden şey inanç zaafı, hayatı biyolojiyle açıklayabileceği vehmi yanında belki biraz da yazıyı, toplumu ve kendisini bu kadar önemsemesiydi. Yazmasa ölecek gibi hissediyordu belki o da Sait Faik gibi… Ben denedim. Şimdi belki üç ay oldu, bir şey yazmadan durdum. Fırsat bulamadım. Bir derse girme makinesi olarak, çocuk avutucu, boş ders doldurucu, gürültü dinleyici, uğultularla boğulucu olarak yazı önemli işler listemin oldukça alt sıralarında yer alıyordu çünkü. Yazamamanın ağırlığını süreğen bir “kabz” hali olarak sırtımda hissettiğim doğru. Bazen kendimi boğuluyor gibi hissettiğim de doğru. Ama yine de ölmedim. Çıldırmadım. Üç ay yazmadan durabildim. İstersem, dişimi sıkarsam, bu süreyi altı aya, dokuz aya da çıkarabileceğimi tahmin ediyorum.
Öyleyse yazı benim neyim oluyor? Olmazsa olmazım değil. İstersem yazmadan da yaşayabilirim. Evet, yazarsam kendime ve çevreme belki daha iyi davranıyorum ama çevrem ve kendim o kadarcık zaman tanımıyorlarsa bu kötü alışkanlığımı teskin etmem için; somurtuk yüzüme katlanmayı hak ediyorlar demektir. Öyle idealist bir “kalem” olduğumu da söyleyemem. Ben yazmasam da, benim yazacaklarımdan daha iyi konuları benim yazabileceğimden daha iyi yazabilecek sürüyle rengârenk kalemlerle dolu dergiler ve yayınevi rafları.
İyisi mi bir yolunu bulup daha bir içime çekilmeliyim.
İlmihale dönmeliyim.
Sanırım iki üç yıl önceydi ilmihal diye bir şiir yazmıştım.
Şöyle:
“Çizgiler ve eğriler,
Damar damar renkler
Bu kahverengidir, çetindir aşmak
Sarıda terlersin, yeşilde bunalırsın
Mavi su rengidir ferah görünür
Ama boğabilir de...
Dört yanı suyla çevrili kara parçası insan
Hem altı üstü de su
Hem içi dışı da su
Su mavidir uzaktan
Avuçlarsın renksiz
Gök de mavidir
Ferahlatır insanı
Ama boğabilir de...
Renkler değişmez,
Eğriler, çizgiler değişmez,
Değişir ölçek.
Hiç bir deniz haritada
Durduğu gibi durmuyor gerçek.”
Birkaç arkadaşa okudum. Hiçbiri inanmadı bu şiirin “ilmihal” hakkında olduğuna. Hatta bir öğrenci dergisinde öğretmen arkadaşım “harita” ismiyle yayımladı metni.
Ben hâlâ ısrar ediyorum ama. Bu metin ilmihali anlatan bir şiirdir. Evet, ilmihaller zaten haritaları çağrıştırır ve sanırım hiç de dışarıdan göründüğü gibi sığ değillerdir. Eğer bir gün kaçmayı başarırsam hayattan ve kitaplardan, sanırım adresim ilmihal olacak. O sığınakta yazmak benim bir şeyim olacak mı hâlâ, olacaksa neyim olacak, bilmiyorum… Ama Martin’den sonra ikinci kez kapısını çalacağım ikinci roman sanırım “Açlık” olacak.
Son günlerde Martin Eden’i tekrar okudum. Bir romanı ikinci kez okumak pek âdetim değildi ama bu âdetimi de gözden geçirilecek âdetler listesine yazdım birkaç yıl önce. Uzayıp giden bir liste bu. Tekrar gözden geçirmem gereken şeyler ruh portremi oluşturan unsurlar içinde gittikçe artan bir yığın teşkil ederken sorgulama ihtiyacı hissetmediklerim gittikçe azalıyor.
Hiç rahatsız da değilim bu durumdan. Mesela, zaman zaman her şeyi bırakıp gidebilir miyim bir gün diye soruyorum kendi kendime. Kendi kendime sorduğum çoğu soruya cevap vermediğim gibi bu soruya da cevap vermiyorum elbette. Sürüncemeye bırakıyorum. Gün ola, devran döne… Necip Fazıl’ın müstakil beyitlerinden biri takılıyor dilime. “Yandı kitap dağlarım, ne müthiş hâl oldu / Sonunda bana kalan yalnız ilmihâl oldu.”
Kitapları ikinci üçüncü kez okuma düşüncesi munisleşmeye başlarken, bir yandan hiç okumamak hiç yazmamak düşüncesi de munisleşiyor ve bu ikisi çelişiyor gibi gelmiyor içime. Hem nalına, hem mıhına. Artık edebiyatı medebiyatı bir yana koyup “ilmihal” okusam diyor bir yanım. Bir yanım tekrar Knut Hamsun’a, Herman Hesse’e vs…’ye dönmek istiyor. İkisini telif etmek mümkün mü, bilmiyorum. Düşünme gereği de duymuyorum. Çünkü pratikte böyle bir lüksüm olmayacak belki hiçbir zaman. Hiçbir zaman çekip gidemeyeceğim. Edebiyata mı ilmihale mi yoksa ikisine birden mi döneyim diye sormak zorunda kalmayacağım. Çünkü “Âbâd (!) olası hânede evlâd u ıyâl var.”
Bütün bu karmaşık duygular içinde yuvarlanır giderken kendime sormadan edemedim. “Yazı benim neyim olur?” Babamın oğlu mu, eşimin kuması mı, çocuklarımın kardeşi mi? Yoksa olmasa da olur mu? Bilemiyorum.
Yazınca kendimi daha iyi hissettiğim doğru. Ama Martin Eden gibi yazıyı idealleştirmediğim, gecemi gündüzümü yazıya vermediğim, hayatımda hiçbir zaman birinci önceliğim kabul etmediğim de doğru. Martin’i mutsuz eden şey inanç zaafı, hayatı biyolojiyle açıklayabileceği vehmi yanında belki biraz da yazıyı, toplumu ve kendisini bu kadar önemsemesiydi. Yazmasa ölecek gibi hissediyordu belki o da Sait Faik gibi… Ben denedim. Şimdi belki üç ay oldu, bir şey yazmadan durdum. Fırsat bulamadım. Bir derse girme makinesi olarak, çocuk avutucu, boş ders doldurucu, gürültü dinleyici, uğultularla boğulucu olarak yazı önemli işler listemin oldukça alt sıralarında yer alıyordu çünkü. Yazamamanın ağırlığını süreğen bir “kabz” hali olarak sırtımda hissettiğim doğru. Bazen kendimi boğuluyor gibi hissettiğim de doğru. Ama yine de ölmedim. Çıldırmadım. Üç ay yazmadan durabildim. İstersem, dişimi sıkarsam, bu süreyi altı aya, dokuz aya da çıkarabileceğimi tahmin ediyorum.
Öyleyse yazı benim neyim oluyor? Olmazsa olmazım değil. İstersem yazmadan da yaşayabilirim. Evet, yazarsam kendime ve çevreme belki daha iyi davranıyorum ama çevrem ve kendim o kadarcık zaman tanımıyorlarsa bu kötü alışkanlığımı teskin etmem için; somurtuk yüzüme katlanmayı hak ediyorlar demektir. Öyle idealist bir “kalem” olduğumu da söyleyemem. Ben yazmasam da, benim yazacaklarımdan daha iyi konuları benim yazabileceğimden daha iyi yazabilecek sürüyle rengârenk kalemlerle dolu dergiler ve yayınevi rafları.
İyisi mi bir yolunu bulup daha bir içime çekilmeliyim.
İlmihale dönmeliyim.
Sanırım iki üç yıl önceydi ilmihal diye bir şiir yazmıştım.
Şöyle:
“Çizgiler ve eğriler,
Damar damar renkler
Bu kahverengidir, çetindir aşmak
Sarıda terlersin, yeşilde bunalırsın
Mavi su rengidir ferah görünür
Ama boğabilir de...
Dört yanı suyla çevrili kara parçası insan
Hem altı üstü de su
Hem içi dışı da su
Su mavidir uzaktan
Avuçlarsın renksiz
Gök de mavidir
Ferahlatır insanı
Ama boğabilir de...
Renkler değişmez,
Eğriler, çizgiler değişmez,
Değişir ölçek.
Hiç bir deniz haritada
Durduğu gibi durmuyor gerçek.”
Birkaç arkadaşa okudum. Hiçbiri inanmadı bu şiirin “ilmihal” hakkında olduğuna. Hatta bir öğrenci dergisinde öğretmen arkadaşım “harita” ismiyle yayımladı metni.
Ben hâlâ ısrar ediyorum ama. Bu metin ilmihali anlatan bir şiirdir. Evet, ilmihaller zaten haritaları çağrıştırır ve sanırım hiç de dışarıdan göründüğü gibi sığ değillerdir. Eğer bir gün kaçmayı başarırsam hayattan ve kitaplardan, sanırım adresim ilmihal olacak. O sığınakta yazmak benim bir şeyim olacak mı hâlâ, olacaksa neyim olacak, bilmiyorum… Ama Martin’den sonra ikinci kez kapısını çalacağım ikinci roman sanırım “Açlık” olacak.
Yorumlar
Yorum Gönder