Ah Ben (düşünen bir yürekle b.k makinesi arasında...)
24 Ocak, Pazar
Bir düş: Küçük, kasvetli ve dar bir yer. Bir bina veya oda. Sınıf veya okulmuş. Gençten bir hanım var, yüzünü hatırlamıyorum ama öğretmenmiş. Birkaç delikanlı da var sanırım, öğrenci olabilirler. Ortalık toz, pislik içinde. Ben de girmek istiyorum. Girmem gereken yer, bir pencere gibi yüksek ve dar. Gömme dolap kapağı gibi bir yerden girmem lazım. Kendimi çerçeveye tutup çekmeliyim. Ama hem yaşlı hem şişmanım, gücüm yetmiyor. Bir de çekince tuttuğum çerçeve elimde kalıyor sanırım. Başarılı olamıyorum. Gündüz bir ara geceki düşü hatırladım ve zihnimde şöyle bir cümle belirdi: Dar kapıdan geçemedim.
*
Bir düş: Bu düş parçası birkaç gün önceden. Kalanını unuttum ama bir görüntü öylece kaldı. Geniş ama karanlık bir yerde oturuyorum. Kocaman karıncalar var, biri yanıma yaklaşıyor. El ayası büyüklüğünde tombul ve siyah bir karınca. Başı bir projektör gibi gittikçe genişleyen bir ışık huzmesi yayıyor. Baktığı yeri aydınlatıyor. Karıncadan korkmuyorum ama yanıma yaklaşmasını da çok istemiyorum sanırım. O uzaklaşınca iyice karanlık olacak çünkü. Bir ara sanki üstüme çıkmasın kenara koyayım diye elime alıyorum, sonra bir yeri zarar gördü mü diye endişeleniyorum.
*
Nurettin Topçu (Çağdaş Bir Dervişin Dünyası) adlı kitabı okudum.
Nurettin Topçu’nun hayatını anlatan bir kitap... Gerçekten ibretlik bir hayatı var düşünürün. Emin Işık’ın kaleme aldığı bu kitap Topçu’nun eserlerine başlamadan önce okunursa eserlerinden daha fazla istifade edilebilir sanırım. Avrupa’daki hayatı, oradaki dostlarının, hocalarının burada kal demelerine rağmen yurda dönmesi, dönünce dedikleri gibi değerinin bilinmemesi, tanıdığı maneviyat büyükleri, öğretmen ve örnek insan olarak portresi, onu anlamayan çevreler vs… İbretlik bir hayat. Kitabı “İsyan Ahlakı” ile birlikte almıştım. Önce hayatını okumam isabet oldu.
7 Şubat, Pazar
Bahar havası, az önce balkonda yürüdüm, güneş rahatsız edecek kadar parlak ve sıcaktı. Komşum terasta kuşlarıyla ilgileniyordu yine, “Günaydın” dedi. Buz gibi havalarda yalınkat tişörtle çıkan kuşçu bu sefer kalın, kürk kapüşonlu bir kaban giymiş, önünü de kapatmış. Bu gençler bir alem. Dün balkonu yıkadım, bugün elimde sodayla çıktım, belki birazdan kahvemi de balkonda içerim.
*
“Zihinde Bir Dalga” (Le Guin) kitabını okuyorum. Konuları bakımından dağınık bir kitap ama iyi parçalar var. Bir yerde yazı hakkında konuşurken “Virgüllere milletvekillerinden daha fazla saygı gösteriyorum,” diyor. Elbette öyledir, öyle olması da gerekir zaten. Virgül milletvekilleri bir yana padişahtan bile önemlidir bence.
*
Geçenlerde bir sözcüğün peşine düştüm. İlerde bir gün olur da bir kitap-kafe açarsam adı ne olsun diye düşünüyordum, aklıma “küner” demek geldi. Küner bizim köyde çam tohumuna verilen addır. Bakalım bir yerde rastlayabilecek miyim diye aramaya başladım. Güncel sözlüklerde bulamadım. İnternette ararken şu bilgilere rastladım:
Küner, künyer, künar gibi kullanımları var. Aslında köknar da aynı sözcüğün farklı söylenişi imiş. Bazı yörelerde köknar, bazı yörelerde fıstık çamı anlamında kullanılıyor. Çam fıstığına da künar deniyormuş. Kökeni tahmin ettiğim gibi Rumca. Kukunara sözcüğünden muhtemelen önce köknara sonra künara ve en son künere dönüşmüş. Sıralamayı ses değerlerine bakarak yaptım, vesika yok elimde. Google çeviriye baktım, “kukunara” çağdaş Yunancada hâlâ yaşıyor, anlamı çam kozalağı.
Bizim köydeki kullanımıyla “küner” çam kozalağı değil. Kozalağın yaprakları arasında saklanan ve döne döne uçarak inmesini sağlayan bir kanatçığa bağlı olan küçük, sert kabuklu tohum.
Bir künerin ömrü sıradan değildir. Küner olana kadar uzun bir yoldan geçer, küner toprağa düştükten sonra ayrı bir macera.
9 Şubat, Salı
Zihinde Bir Dalga hakkında “1000kitap”a şunları yazdım:
“Yerdeniz” dizisi ve “Mülksüzler”den sonra okuduğum, kurmaca olmayan bir kitap. Farklı zamanlarda, farklı konularda yazılmış denemelerin bir araya getirilmesiyle oluşmuş. Özellikle son bölümü yaratıcı yazarlıkla, yazı atölyeleriyle ilgili değerli yazılardan oluşuyor. Sondan ikinci bölümde iletişim ve dille ilgili, hikaye anlatıcılığı ile ilgili hoş yazılar var. Kendi kitabım olsaydı birçok cümlenin altını çizerdim, yazık ki halkın kitabı, iki hafta misafir etme hakkım vardı sadece. Teşekkürler Ursula Teyze.
Şunu da yazacaktım, unutmuşum: Zihinde Bir Dalga adı Virginia Woolf’un bir arkadaşına yazdığı mektuptan alınmış. O mektuptan yaptığı alıntı yazar için önemli olmalı, birkaç kez geçiyor farklı yazılarda. Woolf yazarken nasıl yazının ritmini beklediğini anlatıyor arkadaşına. Le Guin bu ritim kavramının altını çizmiş özenle.
*
Daha önce 2019-2020 yıllarında bazı parçalarını blogda yayımladığım günlüğü bir dosya haline getirmeye çalıştığımı söylemiştim. Bugün okumayı bitirdim, biraz kısalttım. Başta üç yüz sayfaya yakın bir kitap olacak hacimdeydi sanırım. Üçte birini atmayı başardım. Tekrarlar vardı, kaybolmasın diye günlüğe eklediğim bazı metinler ve benzerleri. Aileden birkaç kişiye okuttuktan sonra biraz daha kısaltabileceğimi düşünüyorum. Her neyse.
Dosyanın adı “Güneyik Güncesi” ve bolca karahindiba değinisi var. Bike bir süredir bitkiler hakkında radyo konuşmaları dinliyordu kayıttan. Dün bana da birini dinletti, karahindiba hakkında olanı. Açık Radyo’da yayımlanan bir programmış Botanitopya, Benan Kapucu hazırlayıp sunuyor. Karahindiba konulu sunumu elimde kalem, önümde not defterim dinledim. Dinlediğim bazı bilgiler daha önce internetten bulduğum ve güncede yer verdiğim ayrıntılardı. Bazılarına daha önce rastlamamıştım.
Konuşmanın başında karahindibanın direnişçi ruh sembolü olduğundan bahsetti Kapucu. Ben de defterime bu ismi verirken bu direnişçi ruhtan etkilenmiştim ama böyle bir anlamı olduğunu bir yerden okumamıştım. Sadece bir gün park çalışması için yok edilen doğal doğa parçacıklarına rastlamıştım, sonra kafamda bunu evirip çevirerek yürürken kaldırım taşları arasında açan karahindibayı görmüştüm ve o gün güncenin adını koymuştum diren karahindiba diyerek.
Botanitopya’dan karahindibanın yani güneyiğin zamanı hatırlatan bir yaban çiçeği olduğunu öğrendim. İngiliz halk edebiyatında bu yönüne vurgular varmış. Peri saatleri, yaşlı adamın saati, zaman çiçeği gibi adlar almış bu yönüyle. Bu isimler çok hoş. Bir de şöyle bir uygulama: püf çiçeği haline gelmiş bir güneyiği eline alan çocuk tek üfleyişte bütün tohumları uçurabiliyorsa bu oyun zamanının bitmediği anlamına gelirmiş, yok başaramadıysa artık eve dönme zamanı geldi demekmiş. Bizde kişiye özel bir zaman ölçüsü yok sanırım bu konuda. Eski mahallelerde akşam ezanı oyunun bittiği, çocukların eve döndüğü zamandı.
Yine İngilizcede “keşişin halesi” adı varmış güneyiğin, bu da çok hoşuma gitti. Derviş Yunus’un muhabbet ettiği sarı çiçeğin karahindiba olabileceğini düşündüm tekrar.
Başka dillerde başka ilginç adlandırmalar ve bir ayrıntı daha: güneyik 93 böcek, 15 güve türü tarafından ziyaret edilen uğrak bir çiçekmiş. Botanitopya’yı vakit bulursam arada bir ziyaret edeceğim sanırım.
*
Bugün bir ara rüyamda babamı gördüm kahverengi takım elbise giymişti. İyi dikilmiş, jilet gibi ütülenmiş bir elbise. İçinde de kahverengi gömlek var ama farklı ton olduğu için çok iyi kombin olmuş. Elbise çizgili, belki ekose de denebilir, gömlek düz.
Bir iki gün önce psikolojim daha kötüydü, bir ara rüyamda Nev’i’nin “Gönüldendir şikayet, kimseden feryadımız yoktur” dizesini okuyordum. Susayıp uyandım, tekrar yattığımda bu sefer bir yazı yazacağımı söylüyordum. “Bok Makinesi” adlı bir yazı yazacakmışım. Gündüz yine işe yaramazlık duygusuna kapılmıştım. Bu da onunla ilgili olmalı. Anamın çok kullandığı bir deyimdi “Bokuyla bez boyamak.” Kızdığı zaman işe yaramaz olduğumuzu anlatmak için. “Bokunla bez mi boyayacağım, ne işe yarayacaksın,” diye söylenirdi. Uyandığımda böyle bir yazı yazmayı düşündüm önce, sonra gereksiz buldum. Günlüğe yazayım yeter diye düşündüm.
17 Şubat, Çarşamba
...Kızlara “Kütüphaneye gitmek isteyen var mı,” diyorum, “benim kitapları da teslim etsin. Bir süre kitap almak istemiyorum.” Kimse istekli değil. Bugün kendim gittim elimde dört kitap, süresi geçmiş, teslim edilecek. Niyetim kitap almadan dönmek, evde öylece bekleyen kitaplar var yıllardır, onlardan bir ikisini okumayı düşünüyorum. Çıkarken Bike’ye istediğin bir şey var mı diyorum. “Veronika Ölmek İstiyor” diyor. “Nerden çıktı, neden istiyorsun?” “Bilmiyorum, öylesine, aklıma geldi.” Geçen yıl ilk on beş sayfasına baktığım birçok kitaptan biri bu. Okumayı planladığım bir kitap değil. Rafların arasına geçiyorum. Olması gereken rafta Veronika yok. Yazarın başka kitapları var, bazılarından ikişer üçer var hatta. Aynı rafta Borges kitapları da var. Ama okumayı düşündüklerim değil. İşte rafların arasına girdim bir kere artık kitap almadan dönemem. Yan dolap İtalyan Edebiyatı. Susanna Tamaro’dan bir şey götüreyim Bike’ye diyorum, belki Veronika’nın yerini tutar. Neden tutar bir fikrim yok ama tarzları yakın gibi geliyor. Belki modern hayata bakışları, neyse. Bir iki kitap arasında kararsız kalıyorum, sonunda “Düşünen Bir Yürek” adlı kitabı seçiyorum. Sırf adı yüzünden. Bir ilahiyatçı yazar, beş on yıl önce Kur’ani bir kavramdan bahsediyordu. Akleden kalp, diyordu. Aynı kavrama kitabın adı olarak rastlıyorum işte. İlginç bir şey olabilir bu. Akleden kalp eşittir düşünen bir yürek. Kuran’ın neresinde hangi bağlamda geçiyor acaba? Bu kitapta anlatılanlar ne? Uzak yakın ilgi kurulabilir mi? Neyse, bu kitabı Bike için aldım. Ama bir kere girdim, öylece çıkamam kitap raflarının arasından iki kitap da kendim için alıyorum. Satın aldığım kitaplar bir süre daha bekleyecek, öncelik misafirlerin.
Bir düş: Küçük, kasvetli ve dar bir yer. Bir bina veya oda. Sınıf veya okulmuş. Gençten bir hanım var, yüzünü hatırlamıyorum ama öğretmenmiş. Birkaç delikanlı da var sanırım, öğrenci olabilirler. Ortalık toz, pislik içinde. Ben de girmek istiyorum. Girmem gereken yer, bir pencere gibi yüksek ve dar. Gömme dolap kapağı gibi bir yerden girmem lazım. Kendimi çerçeveye tutup çekmeliyim. Ama hem yaşlı hem şişmanım, gücüm yetmiyor. Bir de çekince tuttuğum çerçeve elimde kalıyor sanırım. Başarılı olamıyorum. Gündüz bir ara geceki düşü hatırladım ve zihnimde şöyle bir cümle belirdi: Dar kapıdan geçemedim.
*
Bir düş: Bu düş parçası birkaç gün önceden. Kalanını unuttum ama bir görüntü öylece kaldı. Geniş ama karanlık bir yerde oturuyorum. Kocaman karıncalar var, biri yanıma yaklaşıyor. El ayası büyüklüğünde tombul ve siyah bir karınca. Başı bir projektör gibi gittikçe genişleyen bir ışık huzmesi yayıyor. Baktığı yeri aydınlatıyor. Karıncadan korkmuyorum ama yanıma yaklaşmasını da çok istemiyorum sanırım. O uzaklaşınca iyice karanlık olacak çünkü. Bir ara sanki üstüme çıkmasın kenara koyayım diye elime alıyorum, sonra bir yeri zarar gördü mü diye endişeleniyorum.
*
Nurettin Topçu (Çağdaş Bir Dervişin Dünyası) adlı kitabı okudum.
Nurettin Topçu’nun hayatını anlatan bir kitap... Gerçekten ibretlik bir hayatı var düşünürün. Emin Işık’ın kaleme aldığı bu kitap Topçu’nun eserlerine başlamadan önce okunursa eserlerinden daha fazla istifade edilebilir sanırım. Avrupa’daki hayatı, oradaki dostlarının, hocalarının burada kal demelerine rağmen yurda dönmesi, dönünce dedikleri gibi değerinin bilinmemesi, tanıdığı maneviyat büyükleri, öğretmen ve örnek insan olarak portresi, onu anlamayan çevreler vs… İbretlik bir hayat. Kitabı “İsyan Ahlakı” ile birlikte almıştım. Önce hayatını okumam isabet oldu.
7 Şubat, Pazar
Bahar havası, az önce balkonda yürüdüm, güneş rahatsız edecek kadar parlak ve sıcaktı. Komşum terasta kuşlarıyla ilgileniyordu yine, “Günaydın” dedi. Buz gibi havalarda yalınkat tişörtle çıkan kuşçu bu sefer kalın, kürk kapüşonlu bir kaban giymiş, önünü de kapatmış. Bu gençler bir alem. Dün balkonu yıkadım, bugün elimde sodayla çıktım, belki birazdan kahvemi de balkonda içerim.
*
“Zihinde Bir Dalga” (Le Guin) kitabını okuyorum. Konuları bakımından dağınık bir kitap ama iyi parçalar var. Bir yerde yazı hakkında konuşurken “Virgüllere milletvekillerinden daha fazla saygı gösteriyorum,” diyor. Elbette öyledir, öyle olması da gerekir zaten. Virgül milletvekilleri bir yana padişahtan bile önemlidir bence.
*
Geçenlerde bir sözcüğün peşine düştüm. İlerde bir gün olur da bir kitap-kafe açarsam adı ne olsun diye düşünüyordum, aklıma “küner” demek geldi. Küner bizim köyde çam tohumuna verilen addır. Bakalım bir yerde rastlayabilecek miyim diye aramaya başladım. Güncel sözlüklerde bulamadım. İnternette ararken şu bilgilere rastladım:
Küner, künyer, künar gibi kullanımları var. Aslında köknar da aynı sözcüğün farklı söylenişi imiş. Bazı yörelerde köknar, bazı yörelerde fıstık çamı anlamında kullanılıyor. Çam fıstığına da künar deniyormuş. Kökeni tahmin ettiğim gibi Rumca. Kukunara sözcüğünden muhtemelen önce köknara sonra künara ve en son künere dönüşmüş. Sıralamayı ses değerlerine bakarak yaptım, vesika yok elimde. Google çeviriye baktım, “kukunara” çağdaş Yunancada hâlâ yaşıyor, anlamı çam kozalağı.
Bizim köydeki kullanımıyla “küner” çam kozalağı değil. Kozalağın yaprakları arasında saklanan ve döne döne uçarak inmesini sağlayan bir kanatçığa bağlı olan küçük, sert kabuklu tohum.
Bir künerin ömrü sıradan değildir. Küner olana kadar uzun bir yoldan geçer, küner toprağa düştükten sonra ayrı bir macera.
9 Şubat, Salı
Zihinde Bir Dalga hakkında “1000kitap”a şunları yazdım:
“Yerdeniz” dizisi ve “Mülksüzler”den sonra okuduğum, kurmaca olmayan bir kitap. Farklı zamanlarda, farklı konularda yazılmış denemelerin bir araya getirilmesiyle oluşmuş. Özellikle son bölümü yaratıcı yazarlıkla, yazı atölyeleriyle ilgili değerli yazılardan oluşuyor. Sondan ikinci bölümde iletişim ve dille ilgili, hikaye anlatıcılığı ile ilgili hoş yazılar var. Kendi kitabım olsaydı birçok cümlenin altını çizerdim, yazık ki halkın kitabı, iki hafta misafir etme hakkım vardı sadece. Teşekkürler Ursula Teyze.
Şunu da yazacaktım, unutmuşum: Zihinde Bir Dalga adı Virginia Woolf’un bir arkadaşına yazdığı mektuptan alınmış. O mektuptan yaptığı alıntı yazar için önemli olmalı, birkaç kez geçiyor farklı yazılarda. Woolf yazarken nasıl yazının ritmini beklediğini anlatıyor arkadaşına. Le Guin bu ritim kavramının altını çizmiş özenle.
*
Daha önce 2019-2020 yıllarında bazı parçalarını blogda yayımladığım günlüğü bir dosya haline getirmeye çalıştığımı söylemiştim. Bugün okumayı bitirdim, biraz kısalttım. Başta üç yüz sayfaya yakın bir kitap olacak hacimdeydi sanırım. Üçte birini atmayı başardım. Tekrarlar vardı, kaybolmasın diye günlüğe eklediğim bazı metinler ve benzerleri. Aileden birkaç kişiye okuttuktan sonra biraz daha kısaltabileceğimi düşünüyorum. Her neyse.
Dosyanın adı “Güneyik Güncesi” ve bolca karahindiba değinisi var. Bike bir süredir bitkiler hakkında radyo konuşmaları dinliyordu kayıttan. Dün bana da birini dinletti, karahindiba hakkında olanı. Açık Radyo’da yayımlanan bir programmış Botanitopya, Benan Kapucu hazırlayıp sunuyor. Karahindiba konulu sunumu elimde kalem, önümde not defterim dinledim. Dinlediğim bazı bilgiler daha önce internetten bulduğum ve güncede yer verdiğim ayrıntılardı. Bazılarına daha önce rastlamamıştım.
Konuşmanın başında karahindibanın direnişçi ruh sembolü olduğundan bahsetti Kapucu. Ben de defterime bu ismi verirken bu direnişçi ruhtan etkilenmiştim ama böyle bir anlamı olduğunu bir yerden okumamıştım. Sadece bir gün park çalışması için yok edilen doğal doğa parçacıklarına rastlamıştım, sonra kafamda bunu evirip çevirerek yürürken kaldırım taşları arasında açan karahindibayı görmüştüm ve o gün güncenin adını koymuştum diren karahindiba diyerek.
Botanitopya’dan karahindibanın yani güneyiğin zamanı hatırlatan bir yaban çiçeği olduğunu öğrendim. İngiliz halk edebiyatında bu yönüne vurgular varmış. Peri saatleri, yaşlı adamın saati, zaman çiçeği gibi adlar almış bu yönüyle. Bu isimler çok hoş. Bir de şöyle bir uygulama: püf çiçeği haline gelmiş bir güneyiği eline alan çocuk tek üfleyişte bütün tohumları uçurabiliyorsa bu oyun zamanının bitmediği anlamına gelirmiş, yok başaramadıysa artık eve dönme zamanı geldi demekmiş. Bizde kişiye özel bir zaman ölçüsü yok sanırım bu konuda. Eski mahallelerde akşam ezanı oyunun bittiği, çocukların eve döndüğü zamandı.
Yine İngilizcede “keşişin halesi” adı varmış güneyiğin, bu da çok hoşuma gitti. Derviş Yunus’un muhabbet ettiği sarı çiçeğin karahindiba olabileceğini düşündüm tekrar.
Başka dillerde başka ilginç adlandırmalar ve bir ayrıntı daha: güneyik 93 böcek, 15 güve türü tarafından ziyaret edilen uğrak bir çiçekmiş. Botanitopya’yı vakit bulursam arada bir ziyaret edeceğim sanırım.
*
Bugün bir ara rüyamda babamı gördüm kahverengi takım elbise giymişti. İyi dikilmiş, jilet gibi ütülenmiş bir elbise. İçinde de kahverengi gömlek var ama farklı ton olduğu için çok iyi kombin olmuş. Elbise çizgili, belki ekose de denebilir, gömlek düz.
Bir iki gün önce psikolojim daha kötüydü, bir ara rüyamda Nev’i’nin “Gönüldendir şikayet, kimseden feryadımız yoktur” dizesini okuyordum. Susayıp uyandım, tekrar yattığımda bu sefer bir yazı yazacağımı söylüyordum. “Bok Makinesi” adlı bir yazı yazacakmışım. Gündüz yine işe yaramazlık duygusuna kapılmıştım. Bu da onunla ilgili olmalı. Anamın çok kullandığı bir deyimdi “Bokuyla bez boyamak.” Kızdığı zaman işe yaramaz olduğumuzu anlatmak için. “Bokunla bez mi boyayacağım, ne işe yarayacaksın,” diye söylenirdi. Uyandığımda böyle bir yazı yazmayı düşündüm önce, sonra gereksiz buldum. Günlüğe yazayım yeter diye düşündüm.
17 Şubat, Çarşamba
...Kızlara “Kütüphaneye gitmek isteyen var mı,” diyorum, “benim kitapları da teslim etsin. Bir süre kitap almak istemiyorum.” Kimse istekli değil. Bugün kendim gittim elimde dört kitap, süresi geçmiş, teslim edilecek. Niyetim kitap almadan dönmek, evde öylece bekleyen kitaplar var yıllardır, onlardan bir ikisini okumayı düşünüyorum. Çıkarken Bike’ye istediğin bir şey var mı diyorum. “Veronika Ölmek İstiyor” diyor. “Nerden çıktı, neden istiyorsun?” “Bilmiyorum, öylesine, aklıma geldi.” Geçen yıl ilk on beş sayfasına baktığım birçok kitaptan biri bu. Okumayı planladığım bir kitap değil. Rafların arasına geçiyorum. Olması gereken rafta Veronika yok. Yazarın başka kitapları var, bazılarından ikişer üçer var hatta. Aynı rafta Borges kitapları da var. Ama okumayı düşündüklerim değil. İşte rafların arasına girdim bir kere artık kitap almadan dönemem. Yan dolap İtalyan Edebiyatı. Susanna Tamaro’dan bir şey götüreyim Bike’ye diyorum, belki Veronika’nın yerini tutar. Neden tutar bir fikrim yok ama tarzları yakın gibi geliyor. Belki modern hayata bakışları, neyse. Bir iki kitap arasında kararsız kalıyorum, sonunda “Düşünen Bir Yürek” adlı kitabı seçiyorum. Sırf adı yüzünden. Bir ilahiyatçı yazar, beş on yıl önce Kur’ani bir kavramdan bahsediyordu. Akleden kalp, diyordu. Aynı kavrama kitabın adı olarak rastlıyorum işte. İlginç bir şey olabilir bu. Akleden kalp eşittir düşünen bir yürek. Kuran’ın neresinde hangi bağlamda geçiyor acaba? Bu kitapta anlatılanlar ne? Uzak yakın ilgi kurulabilir mi? Neyse, bu kitabı Bike için aldım. Ama bir kere girdim, öylece çıkamam kitap raflarının arasından iki kitap da kendim için alıyorum. Satın aldığım kitaplar bir süre daha bekleyecek, öncelik misafirlerin.
Küner. Yunus Can çekip göndermiş. Ama sanırım yanmış kozalaktan almış. Ateş gören küner ölüdür, yeşermez. |
Yorumlar
Yorum Gönder