İki Kitap, Büyük Resim, Küçük Resim ('Ah Ben'den)

4 Ocak, Pazartesi

Güneşli günler devam ediyor. O kadar ki, dün balkonda ileri geri yürümekle yetinmeyip öğle namazı kıldım. Bugün de kıldım ama itiraf edeyim ayaklarım üşüdü. Mavi gök, beyaz tül bulutlar, karşı terasta komşunun kuşları hep olduğu gibi. Dün kafesin içinde ve dışında benzer kuşlar vardı. Aynı renk güvercinler. Bir kısmı kafesin içinde, bazıları üstünde tünemişler, öylece duruyorlar. İçindeki dışarı çıkamaz, dışardaki içeri giremez. Mahallede büyük bir hür güvercinler kolonisi var, bazen toplu halde uçuyorlar çatıların üstünde, sonra soğuk havalarda yandaki lojmanların bacalarına konuyorlar. Bacalar sıcak olmalı. Bir de komşu terasta olduğu gibi meraklıların baktığı güvercinler var. Arada sahibinin hava aldırdığı, kalan vakitlerini kafeste geçiren kuşlar.

*

Kütüphaneye gittim. Elimdeki kitaplardan ikisini teslim ettim. Yeni bir kitap aldım. Geçen yıl “İkinci El Zaman” adlı sarsıcı kitabını okuduğum yazarın, yine çok sarsıcı olduğunu tahmin ettiğim bir kitabı. Bir de Amin Maalouf’un başladığım ama hızlıca bitiremediğim “Çivisi Çıkmış Dünya”sı var elimde. Önemli bir kitap, bu da sarsıcı ama şimdilik yeni şeyler öğretmiyor fazla, hatırlatıyor daha çok. Her iki kitapla ilgili notlarımı okuduktan sonra yazmayı düşünüyorum.

*

2019-2020 günlüklerini toparlamak istiyorum bu arada. Aslında geçen ay yapmak istiyordum bu işi ama olmadı. Kütüphaneden gelince biraz çalıştım. Farklı dosyalara yazdığım günlükleri birleştirdim. Bir de bu güz memlekette geçirdiğim iki ay var. Deftere yazmıştım, bilgisayara geçirmem lazım. Onu da ekleyince biraz kabarık bir dosya olacak. Kısaltıp, tekrarları ayıklayıp, bastırmak istiyorum. Bir de deneme dosyası hazırlıyorum. Eski bir dosyam vardı, yeni denemeleri ekledim ona, bazı metinleri çıkardım. Onun da ilgiye ihtiyacı var. Bu yıl iki veya üç kitap bastırmak istiyorum. Bir günlük, bir deneme, belki bir şiir, nasipse. Bakalım günler ne getirecek. Nereye götürecek…

9 Ocak, Cumartesi

Amin Maalouf’un “Çivisi Çıkmış Dünya”sını bu sabah bitirdim. Geçen hafta kızlarla bir Kore dizisi izlediğimiz için okumaya fazla zaman ayıramadım sanırım. Kitap beklediğimden daha çok şey kattı bana. Meşruiyet üzerine söyledikleri benim zihnimdekinden daha fazla, daha derinlikliydi. İkna oldum, ama yazarın gösterdiği pencereden bugüne ve yarına bakmaya çalışınca gördüğüm manzara mutlu etmedi beni. Gerek Ortadoğu’nun yakın tarihi üzerine anlattıkları ve tahlilleri gerek günümüz dünyasının başlıca problemleri ve çözümler çözümsüzlükler hakkında söyledikleri ufuk açıcıydı. Elbette her görüşüne katılmış değilim ama birçok konuda aynı şeyi düşünüyorum. Belki bazı düşüncelerimi daha iyi temellendirmeme de yardımcı oldu. Aslında üzerinden en az on yıl geçmiş kitabı şimdi okumak, eğer güncel sorunlar ele alınıyorsa geç kalınmış bir okuma olabilir. Okurken, eğer kitap bu yıl çıkmış olsaydı yazar aradaki on yılın olayları ile ilgili neler söylerdi, bazı görüşlerinde değişme olmuş mudur diye düşünmeden edemedim. Gerçekten de çok şey olmuş bu son on yılda Ortadoğu’da ve dünyada.

*

Yine sabah Facebook’ta Oraz Mıradov’un bir günlükten alınmış izlenimi veren yazısını okudum. Hoşuma gitti. Arada bir deneme, şiir paylaşıyor, iyi bir kalem. Bilgisayarımdaki üç kitabını okumaya ise vaktim olmadı henüz. Sanırım bir de telefondan, bilgisayardan uzun metinler okumak zor geliyor. Oraz’ın özellikle denemeci yönü dikkatimi çekiyor. Deneme türünün sağlam bir yeri olduğunu söyleyemem Türkmen Edebiyatında. Henüz adı bile oturmuş değil. Kim bilir, belki de ben bilmiyorumdur. Oraz benim deneme dediğim yazılarını “pikir yöretme” başlığı altında yayımlıyor. “Yol yazgıları”, “liriki oylanma” gibi isimler verilen yazılar da farklı deneme tarzları olarak düşünülebilir. Doğrudan “essey” adının kullanıldığına da rastladım Türkmence metinlerde. Bilemiyorum bu türde okumaya değer yazılar başka hangi kalemlerden çıkıyor. Ben bir zamanlar Hıdır Amangeldi’nin denemelerini okurdum severek. Bir ara bir seçki yapıp deneme kitabını hazırlamayı da düşünmüştüm ama iş güç arasında kaynadı gitti. Yeni bir şey var mı diye onun bloguna da bakayım dedim, yok. Artık ilgi görmüyor diye mi yoksa başka sebepten mi “ekizler” kapatmış dükkanı.

*

Fırsat buldukça bloglarla ilgilenmem lazım. “Türkmen Edebiyatı” blogunda “adlar” sekmesini tekrar düzenledim. Çok zaman aldı. Birkaç yıl önce yayımlanan yazıları bulup linkleri eklemek sandığım kadar kolay olmadı. Eskiden yaklaşık olarak devirlere göre kronolojik bir sırayla vermiştim adları ama bir yazarı, şairi bu şekilde doğru yere koymak zor. Bir de sanki üst sırada olan daha önemli olacakmış gibi çok problemli bir izlenim de verebiliyor. Şimdi alfabetik sıraya göre verdim. Klasik Dönem, Sovyet Dönemi, Bağımsızlık Dönemi hepsini karıştırdım. Bence daha iyi oldu. Blogu açarken niyetim elimdeki arşivi bloga taşımaktı. Henüz bunu başaramadım ama epey yol aldım. Arada bir iki yeni çeviri de ekledim.

12 Ocak, Salı

Az önce balkona çıktım, bir iki gündür hava kapalıydı, sis pus. Yine güneş çıktı bugün. İlerden daha önce bahsettiğim hür güvercin sürüsü uçup geldi, üzerimden geçti iki kez, sonra lojmanların bacalarına kondular tekrar. Aşağıda çöp konteynırının yanında bir atık toplayıcı vardı, önünde arabası elinde eldivenleri plastikleri ayırıyordu. Afganistan’dan gelme bir Özbek arkadaş olmalı. Burada bu işle ilgilenenlerin çoğu Afganistanlı. Yolda karşılaşırsak selam veriyorum. Zavallı kavruk yüzlü kardeşlerim benim.

*

Svetlana Aleksiyeviç’in “Çinko Çocuklar”ını okuyorum. Çok akıcı bir kitap ama çok acı aynı zamanda. Bir süre okuyunca bir şeyler gelip tıkanıyor boğaza. Hazmı zor tanıklıklar. Sovyetlerde Afganistan savaşı tanıklarıyla konuşmuş Sveta Teyze. Cephede ve cephe gerisinde yaşananlar. Askerler, hemşireler, memurlar, anneler… Cesetler çinko tabutlarla gönderiliyormuş evlerine ya da ne kaldıysa geriye. Bazen tabuta koyacak hiçbir şey bulamayınca bir tören elbisesi, sonra ağırlık yapsın diye Afganistan toprağı koyup gönderiyorlarmış. Orada yaşananlar ve yurtta anlatılanlar… Halka barışçı, parklara ağaç diken, çocuklara, kadınlara ilaç götüren asker görüntüleri servis edilirken, çoluk çocuk demeden tarayan, birbirine sıkan, intihar eden askerler… Tabutlar açılmadan, içinde ne olduğu görülmeden gömülüyor. Bir de sakat gelen, döndükten sonra bir daha topluma uyum sağlayamayan insanların travması. Daha üçte birini okudum, dediğim gibi okumak kolay, ama bir o kadar da zor.

Bu savaşla ilgili eski bilgilerimi yokluyorum okurken. Televizyondan, gazetelerden bir şeyler duyuyorduk elbette çocuklukta. Çoğu hamasi şeylerdi sanırım, mücahitlerin kahramanlığı, Sovyet ordusuna karşı yıllarca dayanabilmeleri. Okuduğum ilk edebi metin Erdem Bayazıt’ın şiiri olmalı: “Savaş Risalesine Zeyl”. Etkileyici bir şiirdi. Yıl 1989 olmalı, sahilde veya etüt yaptığımız sınıfta, arada denize bakıp dalarak. Kitabı sınıf arkadaşım Ender’den ödünç aldığımı bile hatırlıyorum.
“Öyleyse ey şair sen de davranmalısın
Şiiri bir mızrak gibi kullanmalısın” dizeleri bu şiirden.
Cahit Zarifoğlu’nun romanını ve çocuk şiirlerini daha sonra okudum.

Bir de bu kitapta bahsedilen çinko tabutlardan bahseden ağıt dinlemiştim. Yine lisede olmalıyım. Romantik bir Turancıydım o zamanlar. Türk dünyası hakkında her şey beni çok ilgilendiriyordu. Beyazıt’ta Beyaz Saray çarşısında ilginç kasetler buluyordum bazen. Mesela Şehriyar’ın kendi sesinden “Heyder Babaya Selam” şiiri. Bir gidişimde de Dedehan Hasan’ın kasetini bulmuştum. O kaset Orta Asya’dan duyduğum ilk sesti. Çok etkilendiğimi söylemeliyim. Parçalardan biri Afganistan’a savaşa gönderilen Tursun Ali’ye yakılan ağıt; “Açın Demir Tabutu”... Akşam Dedehan Hasan’a baktım neredeymiş, hâlâ yaşıyor mu diye. Vikipedi’de bilgi var, ama şu an nerede ne yapıyor değinilmemiş. Hâlâ hayatta. Bir ara bağımsızlık sonrası yurt dışına çıktığını duymuştum. Sürgünde olmalı, bazı görece yeni olaylarla ilgili muhalif müziklerine rastladım Youtube'da. Tursun Ali için yazdığı ağıtı da buldum. Yıllar sonra tekrar dinledim. “Açıng temir tabutnı oglanımnı bir köreyn / Ata anam yarımnı bostanımnı bir köreyn.”

*

İki tanıklık, madalyonun iki yüzü:
Bir resim öğretmeni vardı. Aslında teknik resim okumuş. Çok sakin, kalendermeşrep bir adam. Arkadaşları “Dikkatli ol onunla ilişkinde, bazen beklenmedik tepkiler verebilir, arada terapiye gidiyormuş,” dediler. Ben hiç tuhaf davranışını görmedim. Arkadaş askerliğini Afganistan’da yapmış bir Türkmen. Birgün şöyle bir şey anlatmış. “Bazen silah taşırdık kamyonet tipi araçlarla. Küçük çocuklar bir yerlerden hızla çıkar, bir silah veya mühimmat alır kaçarlardı. Acır, kıyamazdık öldürmeye.”
Bir aile vardı Afganistan Türkmenlerinden. Sonradan Türkmenistan’a göçmüşler. Büyük çocuklarından biri birgün öğretmenlerine şöyle bir şey anlatmış. “Biz bazen Rus askerlerinin üstü açık arabalarından silah çalar, mücahitlere verirdik.”
O çocuk, o öğretmenin öğrencisiydi. Bu konuyu aralarında konuştular mı, bu tanıklıklarının zamanını, mekanını karşılaştırdılar mı bilmiyorum.




Yorumlar

Popüler Yayınlar