Bir Baba Yazısı Taslağı
2010 yılında yazılmış bir yazı. Eski dosyaları karıştırırken buldum. O zaman bir taşra dergisi için yazmıştım, sanırım basılmadı.
Bir Baba Yazısı Taslağı
İnsanlar hep hayatımı yazsam roman olur derler ya, bazen onu anlatmak için bir roman yazsam dediğim de oluyor ama babamı anlatmak kolay değil. Sonra, acaba öyle bir kitap yazacak olsam, hangi unsurları öne çıkarırım, nelerin altını çizerim diye düşünüyorum. Aslında babam hakkında hiç yazmamış da değilim. Uzunca bir manzume ve bir hikâye yazdım.
Manzume; köyde, tatillerde okuyalım, biraz nostalji, biraz yarenlik olsun diye yazdığım bir grup manzumenin parçası. Önce köyü anlatmak istedim. Fakat fark ettim ki aslında köyü o kadar iyi bilmiyorum. Ben de, köyden bende kalan ne varsa onu anlatayım, dedim. Sonra o manzumeden anamla ilgili dörtlükleri alıp genişlettim ve manzumeye bir “ana parantezi” açmış oldum böylece. Bizim çocuklar, böyle olmaz, bir de “baba parantezi” lazım deyince, bu sefer baba parantezini yazdım. “Babam çok aramış gurbette ekmek.” diye başlayan bir köy manzumesi. İşte burası filmin koptuğu yer, yediğim ilk gol. Acaba çoğu zaman anne şiirleri yazarken, annemizi anlatırken babamızı ihmal mi ediyoruz? Ya da babayı anneye eklenen, ihmal de edilebilir bir zeyl gibi mi düşünüyoruz? Bu durum başka türlü de izah edilebilir tabi, ben kız kardeşlerimden bahsederim yazılarımda, onlara şiirler yazarım. Biraderler sordu bir gün, neden bizden bir şey yazmıyorsun, diye. Erkek adam kendini ifade eder nasılsa, desteğe ihtiyacı yoktur, çok istiyorsanız oturun kendiniz yazın, dedim. (Bu da yanlış, bizim kızlar daha iyi ifade ederler kendilerini.) Babalar da, baba nasılsa; herkes onlara sığınır, yazıyla, şiirle olsun himayeye ihtiyacı yoktur. Acaba bu mu baba hakkında fazla yazmamamızın sebebi?
Hikâyeye gelince, o da kız kardeşime yazdığım bir mektuptu aslında. “Şapkalı Mektup”. Orada çokça babamdan bahsettim. Ama ikinci kez gol yediğim bir husus var bu hikâyede de. Babamızı, annemizi, kardeşimizi anlatırken, anlatmaya çalışırken aslında onları vesile kılarak kendimizi anlatıyoruz çoğu zaman. Anne babaya özlem diye başlıyoruz, bakmışsın çocukluk günlerine özlem olmuş. Nostalji gelmiş kurulmuş metnin başköşesine. Oldu mu şimdi. Yine olmadı.
Şimdi babamı anlatsam, ama öyle bir iki sayfa değil de uzunca, neleri ön plana çıkarmam lazım diye düşünüyorum. Zaten kısaca anlatmak zor, çok çalışmak lazım. Önce üç beş yıl öncesinden bir hatıra canlanıyor hafızamda. Rahmetli Serhat Efemin arabasıyla komşu köydeki balık çiftliğine gidiyorduk sanırım. Belki de başka bir yere. Neyse… Ekini kaldırılmış tarlalar vardı sanırım. Yeğen Şamil babama sordu: “Dede, sizin zamanınızda böyle patoz falan var mıydı?” Niyeti, biz döğenle döğerdik ekini, daha da önce harmanın üstünde bir sürü at koştururduk, diye anlattıracak. Babam beklemediğim bir cevap verdi. “Oğlum, var işte ya...”dedi, “Bu zaman benim zamanım, ben ölmedim ki…” Demek ki babamı anlatırken, içinde yaşadığımız bu zamanın adamı olduğunu göz ardı etmemem lazım. Bütün o eski şeyleri yaşayıp bugüne gelmiş biri, ya da bugünden o eski zamanlara nazar eden biri olarak anlatmam lazım. Bu bir. Babalar sadece gençliklerinden ibaret değildir. Çocukluk ve yaşlılık da ömürdendir.
Bu yıl büyük ağabeyimi kaybettik. Hepimiz yıkıldık. Kolumuz kanadımız kırıldı. En çok etkilenen de anamla babam oldu belki. Kaybettikleri dördüncü evlattı. On gün kadar babamın yanında kaldım. Taziyeye gelen hemen hemen herkese annesinin ölümünü anlattı. Belki yirmi otuz defa. Annesini kaybettiğinde on iki yaşındaymış. Aradan 110-45=65 yıl geçmiş. Bazı acılar hiç unutulmuyor demek ki. Koskoca altmış beş yılı bir acının içinden geçerek geçirmiş babam. Ya da altmış beş yıl içinde tutmuş acısını, kendisiyle beraber acısı da büyümüş. Baktım, oğlunun ölümüne ağlayan babam, annesinin ölümüne ağlayan bir öksüzdü hâlâ. Eğer babamı anlatacaksam o kırılma ve büyüme anından başlamalıyım belki. Kaç defa duydum. Ben o gün büyüdüm, derdi.
Sonra onun nasıl bir Anadolu insanı olduğunu da anlatmalıyım. Bütün saflığıyla, masumiyetiyle ama aynı zamanda gittikçe incelen ve keskinleşen ferasetiyle. Bir ara bizim ilçenin Cuma pazarından gözlük almış babam. Kur’an okuyor ya. Bizimkiler, ama baba olur mu, doktora yazdırmak lazım, hem bağkurlusun ya gözlük paranı devlet verir, demişler. Kriz dönemi o zamanlar, babam bu fikre hiç sıcak bakmamış. Zaten devletimizin o kadar borcu var, bir de benim gözlüğün parasını mı versin, ben kendim alırım gözlüğümü, demiş. Çok duygulandırdı bu yaklaşım beni. Anadolu insanı diye övülen müstağni insanın tipik örneği.
Bir de ev görüntüsü var. Aslında “Müstear Yaşamak”ta kısaca değindim ya. Evler de insanlar gibidirler, doğarlar, büyürler ve… Bizim evin ve bahçenin nasıl doğup büyüdüğünü de anlatmam gerekir babamı anlatmam için. Annemle birlikte oda oda yıllara yayılmış şekilde evi nasıl besleyip büyüttüklerini. Knut Hamsun’un “Dünya Nimeti”ni çok sevmiştim. Toprağa bağlı, toprağı seven adam ve eşi. Yavaş yavaş bir ev büyütüyorlar. Aslında ne babam o adama benzer az da olsa, ne de anam o kadına. Hiç alakaları yok. Ama yaptıkları iş bir bakıma yine de onları hatırlatır bana. Bahçenin bütün köklerini babam sökmüş, temizlemiş. Sonra kat kat duvarlar, duvarlar… Çitler. Evin duvarları, çatısı, yer yer kerestesi de babama ait. Bahçemizdeki çeşit çeşit ağaç, çiçek, evdeki kilimler, yaygılar annemin el ürünü. Her duvarın, her seccadenin bir hikâyesi var.
Kendisi okuyamamış ama hep okula yakın durmuş babam. Çocuklarını okutmak için büyük çaba sarf etmiş, çocuklarının gurbetten gelen tabutları bile bu kararlılığından vazgeçirememiş onu. Okula, bilgiye, sohbete yakın oluşunu da anlatmam gerekirdi.
Yine de anlatabilir miyim onu. Bütün bu hususlara dikkat etsem, kendi gözlemlerime konuşup, dinleyip başkalarının dikkatlerini de eklesem. Anlatabilir miyim? Sanırım ne yaparsam yapayım, ancak bendeki görüntüsünü anlatabilirim. Belki baba hakkında bir metin çıkar ortaya ama “baba” bir baba metni yazmam çok zor sanırım.
Ne bileyim, ben köylülüğün sadece edebiyatını yapan, çilesini bizzat yaşamamış biriyim sanki. Bütün yükü anam babam çekmiş, yaşatmamışlar belki de.
Bunu da Fehmi Can dizisinin ilk fragmanı sayalım.
YanıtlaSil