KUM VE RÜZGÂR
Bir rüzgâr eser, kumlar ürperir. Bazı kumlar uçuşur, kumlar kumlara karışır. Çölde tepeler yürür, deve katarları gibi sıralanır. Rüzgâr önünde kumlar gibidir rûzigâr önünde insanlar da.
Bir zamanlar bir ağıt okumuştum, kardeşi gurbette ölmüş bir köy öğretmeninin kaleminden yükselen feryatlardı her dizesi. Bir dörtlüğü de şöyle inliyordu:
“Kuru kumdan yaratmış, yüce Yaradan bizi.
Her fert kümede bir kum, yel bekler dizi dizi.
Esti rüzgâr. Kalan mı? Bir avuç kum ve sızı.
Uğurlar ola. Mekanın cennet olsun koçum.” (*)
Kümede yel bekleyen kum taneleri gibiyiz evet hepimiz. Rüzgar eser, kumlar uçuşur. Bir ürperti doğar içimizden. Benliğimizi sarar. Tüyler ürpertir kumların savruluşu.
Ölenle ölünmez yine de, gidenle gidilmez. Üstelik giden geri gelmez. Ama gelenler ille de giderler birbiri ardı sıra. Zaman elinde oyuncak mıyız biz aslında? Öyleyken zamanı oyuncağa mı çeviriyoruz bir de. Kim edilgen bu oyunda. Kim kiminle oynuyor, kim kime gülüyor bıyık altından.
Yine o şairin bir dörtlüğü daha vardı beni hep derinden sarsan;
“Can veriyorum her an, yolumu kesti düşman.
Gündüz kovdu geceye, sonra gündüze gece.
İki hece bir törpü, adı olmuş mu zaman,
Dur! Koş! Öl! Kal! Necat yok... Hele nasıl bilmece?!”
İnsanlar her an ölüm tadarlar. Kur’an diyormuş bunu, basit bir şey değil. Sa’dî’nin Gülistan’ında mı okumuştum, insan her nefeste iki şükür borçludur, diyordu. Aldığı nefesi veremeyebilir, bir. Nefes verdi, alamayabilir, iki. Yol kesen düşmanı bilemeyeceğim, aynalar mıdır, zaman bizzat kendisi mi kesmiştir yoksa. Necip Fazıl da “Aynalar yolumu kesti” demiyor mu? Ve Cahit Sıtkı elbette; “Neden bana düşman görünürsünüz / Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?”
Zamanla ilişkimiz bir paradoks bir bakıma da. Hem geçmesini istiyoruz, sabırsızlık gösteriyoruz. Hem acıtıyor terk edişleriyle. Gündüzle gece birbirine atıyor topu durmadan, “ortadaki sıçan” biziz. Biri siyah biri beyaz iki fare, durmadan kemiriyor ömür ağacımızın köklerini. Çıldırmayana aşk olsun. Çıldırmayıp hayatın emirlerine muhatap olmak, duracak mı, koşacak mı, ölecek mi, kalacak mı karar verebileceği vehmine kapılmak yolu var bir de. Başka kurtuluş yok. Yok mu gerçekten.
Ağıt şairi, ağıtın sonunda bir başka çıkış yolu gösteriyor bize;
“Esenle, estirenle barışmalıyım,
Olay bu, Hakk’ın nizamına alışmalıyım.
Ben de iman ile toprağa karışmalıyım.
Uğurlar ola. Mekanın cennet olsun koçum.”
Tek yol var teselli veren, teslim olmak. Esenle estirenle barışmak. Kumlardan bir kum olmak. Rüzgârın önünde savrulan ya da savrulanların ardında bakakalan. Kumlardan bir kum olup kumdan, rüzgârdan, esenden, estirenden tefekkür damıtmak, hikmet devşirmek.
Esenlik rüzgârları eser belki o zaman, tatlı bir ürperişle titrer güllerin taç yaprakları.
----------------------------
(*) Serhat Can, Tepenin Ardı Gurbet, İzmir, 2010
Bir zamanlar bir ağıt okumuştum, kardeşi gurbette ölmüş bir köy öğretmeninin kaleminden yükselen feryatlardı her dizesi. Bir dörtlüğü de şöyle inliyordu:
“Kuru kumdan yaratmış, yüce Yaradan bizi.
Her fert kümede bir kum, yel bekler dizi dizi.
Esti rüzgâr. Kalan mı? Bir avuç kum ve sızı.
Uğurlar ola. Mekanın cennet olsun koçum.” (*)
Kümede yel bekleyen kum taneleri gibiyiz evet hepimiz. Rüzgar eser, kumlar uçuşur. Bir ürperti doğar içimizden. Benliğimizi sarar. Tüyler ürpertir kumların savruluşu.
Ölenle ölünmez yine de, gidenle gidilmez. Üstelik giden geri gelmez. Ama gelenler ille de giderler birbiri ardı sıra. Zaman elinde oyuncak mıyız biz aslında? Öyleyken zamanı oyuncağa mı çeviriyoruz bir de. Kim edilgen bu oyunda. Kim kiminle oynuyor, kim kime gülüyor bıyık altından.
Yine o şairin bir dörtlüğü daha vardı beni hep derinden sarsan;
“Can veriyorum her an, yolumu kesti düşman.
Gündüz kovdu geceye, sonra gündüze gece.
İki hece bir törpü, adı olmuş mu zaman,
Dur! Koş! Öl! Kal! Necat yok... Hele nasıl bilmece?!”
İnsanlar her an ölüm tadarlar. Kur’an diyormuş bunu, basit bir şey değil. Sa’dî’nin Gülistan’ında mı okumuştum, insan her nefeste iki şükür borçludur, diyordu. Aldığı nefesi veremeyebilir, bir. Nefes verdi, alamayabilir, iki. Yol kesen düşmanı bilemeyeceğim, aynalar mıdır, zaman bizzat kendisi mi kesmiştir yoksa. Necip Fazıl da “Aynalar yolumu kesti” demiyor mu? Ve Cahit Sıtkı elbette; “Neden bana düşman görünürsünüz / Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?”
Zamanla ilişkimiz bir paradoks bir bakıma da. Hem geçmesini istiyoruz, sabırsızlık gösteriyoruz. Hem acıtıyor terk edişleriyle. Gündüzle gece birbirine atıyor topu durmadan, “ortadaki sıçan” biziz. Biri siyah biri beyaz iki fare, durmadan kemiriyor ömür ağacımızın köklerini. Çıldırmayana aşk olsun. Çıldırmayıp hayatın emirlerine muhatap olmak, duracak mı, koşacak mı, ölecek mi, kalacak mı karar verebileceği vehmine kapılmak yolu var bir de. Başka kurtuluş yok. Yok mu gerçekten.
Ağıt şairi, ağıtın sonunda bir başka çıkış yolu gösteriyor bize;
“Esenle, estirenle barışmalıyım,
Olay bu, Hakk’ın nizamına alışmalıyım.
Ben de iman ile toprağa karışmalıyım.
Uğurlar ola. Mekanın cennet olsun koçum.”
Tek yol var teselli veren, teslim olmak. Esenle estirenle barışmak. Kumlardan bir kum olmak. Rüzgârın önünde savrulan ya da savrulanların ardında bakakalan. Kumlardan bir kum olup kumdan, rüzgârdan, esenden, estirenden tefekkür damıtmak, hikmet devşirmek.
Esenlik rüzgârları eser belki o zaman, tatlı bir ürperişle titrer güllerin taç yaprakları.
----------------------------
(*) Serhat Can, Tepenin Ardı Gurbet, İzmir, 2010
Yorumlar
Yorum Gönder