DÜZLEŞME KORKUSU
Eskiden alışmaktan korkardım, şimdi bazen düzleşmekten korktuğum oluyor. Hayatın düzleşmesi, beyin kıvrımlarının yok olması, ruhun ütülenmiş beyaz çarşafa dönmesi… Dümdüz olmak. Kendinden, hayat tarzından, doğrularından yüzde yüz emin olmak. Cebinde hazır cevaplarla, konforlu bir moral hayat. Konfeksiyon okumalar, izlemeler, yaşantılar… Planlanmış, üretilmiş, sanayi ürünü bir hayat.
“İşin gerçeği, isimleri, o isimlerle birlikte renkleri ve tatları da yitiriyoruz. Derinlemesine değil, ha bire düzleşen bir biçim alıyor hayatımız. Daha az kelime, daha az isim, daha az tat.”
Ali Çolak bir denemesinde hayatın renklerini ve ayrıntılarını giderek kaybettiğimizden bahisle bunları söylüyor. Öncesi de var: “Bütün kuşlara ‘kuş’, bütün balıklara ‘balık’, bütün ağaçlara ‘ağaç’diyen insanlarız artık.”
Beni çarpan bunu “düzleşmek” fiiliyle anlatması oldu.
Bahar ya, bazen otobüse binmek yerine yürümeyi tercih ediyorum. Yürümek, çevremde az da olsa hayvan ve bitki kardeşlerimi görmek, iyi geliyor bana.
Kuşlar; serçe, sığırcık, güvercin, tek tük kumru. Hatta geçenlerde dere boyu tekütenha dolaşan bir leylek bile gördüm. Sonra ağaçlar… Bu şehirde yol kenarlarına dikilmiş epey kestane var ki şimdi çiçek döküyorlar. Asıl, oturup dar bir alana sığınmış hudayınabit yabani otları inceleyince şaşırıyor insan. Eğer insanoğlu ihmal etti de belediye işçileri kamyonlara yükleyip getirdikleri halıfleks tipi çimleri sermedilerse bir refüje, yol kenarına, birkaç karışlık toprakta belki on, belki yirmi çeşit canlı görebiliriz. Yoncanın, karahindibanın, papatyanın, gelinciğin çeşitlemeleri. Sonra böcekler, karıncalar, yağmur sonrasıysa birden ortaya saçılan küçük salyangozlar.
Sığındığım güneşten nasipsiz kibrit kutusu dairenin yakınında bir arsa var. Geç ve uzatmalı bahar bir coşma coşmuş sormayın. Bizim memlekette bir karışlık halini bildiğim mor ekin çiçeklerine benzer bir çiçek var, şebboy boyunda dal budak salmış. Mor bir kilim serilmiş sanki arsaya. Kenarda ise buraya yapılacak 4+1, 3+1 dairelerin şimdiden satılmaya başladığını haykıran kocaman bir levha çakılmış.
Dümdüz hayatımızı daha da düzleşmeden kurtarmak için ayrıntılara bakmayı denemeliyiz belki. Sağımızda solumuzda insanla beraber ve insana rağmen bir hayat var.
Bu bakış sayrılığı tek kuşların ağaçların adını bilmemekle sınırlı olsaydı keşke. Hurda malumattan bilgiye, oradan bilgeliğe yani irfana sirayet etmeseydi. Ama bu kötü ve ölümcül hastalık durmadan çevresini kendine benzeterek çoğalıyor. Dönüştürüyor her dokunduğunu.
Hafta sonu birkaç arkadaşla oturduk. Arkadaşlarımdan biri anlatıyor. Kariyer peşinde ilerliyordum, diyor. Bir ara mutluluk sandığım kariyerin sonunun olmadığını fark ettim. Bir otobana girmiş hızla ilerliyor gördüm kendimi. Yoldan çıkamazdım, geri dönemezdim ve hatta hızımı düşüremezdim. Nereye götürüyor bu yol beni?
Yolun sonunun ne olduğunu, yol kenarındaki tümsekleri fark edince anladım. Meğer mutluluk yolun sonunda değil yolculuğun kendisindeymiş.
Sonra otobanın kenarında çimler arasında yürüyerek giden, yer yer durup yolun tadını çıkaran insanlar gördüm…
“Eyvallah ölümlü âdem.” diyorum içimden.
“Çingeneler”i yazan Puşkin de böyle bir şey mi görmüştü acaba ya da “Bir Çift Yürek” yazarı Marlo Morgan…
“Quo vadis?” diyen vicdanın sesi olmalı bu yahut “Feeyne tezhebûn?” İnsanlığın vicdanı belki, bir hoyrat el tarafından küçümsenerek “Ecce homo.” diye teşhir edilen hazret-i insan.
Neyse, birden fazla uçtuğumu fark ettim. Bir yerde dur demeli. Dedim işte. Hem şimdi kendime dedim. Hem, o arkadaşın dediğini dedim. "Dur, demek lazım."
Bütün bunlar beni başka bir yere götürüyor. Bu ara bir romana başladım. Bir fizikçinin ilk romanı. “Dünya beni bekler mi?” diyor Gül Sevin. Başlarda, zamanın dördüncü boyut olup olmadığını tartışıyor roman kahramanları. Biri bir örnek veriyor. Basketbol topu üzerinde yürüyen karınca topun çekimiyle düz bir zeminde yürüdüğünü sanmaktadır. Top onun algısında üç değil iki boyutludur. Onun için bazen topun çevresinde döner durur. Ancak topa dışarıdan bakarsa anlayabilir üç boyutlu bir cisim olduğunu. Sonra insan dünyada yaşarken üç boyuta sıkışmış mıdır yoksa zamanı dördüncü boyut olarak hisseder mi onu tartışıyorlar.
Ben bu örneği kendimce okudum. Yaşadığımız dünyaya, güncele kaptırmışız kendimiz. Dışarıdan bakamadığımız için belki, dönüp duruyoruz. Zamanın dışından bakmak zaten çok zor ya, hiç değilse güncelin döngüsünden çıkabilseydik.
Ataullah İskenderî de belki bunu söylüyordu asırlar öncesinden. Demek, belki bugün anladığımız gibi olmasa da o gün de problemdi aynı şey. Sonuçta insan aynı insan.
“Bir dolap beygirine benziyorsun. Öyle ahmak, öyle hüzün verici.”
Dolap beygiri niçin hüzün vericidir? Çünkü döner durur ve bunun farkında değildir. Belki de mahzun olan sadece biziz onun halini fark ettiğimiz için.
Basket topundaki karınca, dolap çeviren beygir, yürüme bandında koşan insanlar… Dönüp duruyorlar işte.
Ve soru “Quo vadis?” Gidiş nereye?
“Ölüme ancak ölüme”
“Eyvallah ölümlü âdem.” de…
Ya sonra… Hadi öldün diyelim ölümden bir şeyler umarak… Bitti mi?
(Bu yazı 2014'te yazılmış olmalı.)
“İşin gerçeği, isimleri, o isimlerle birlikte renkleri ve tatları da yitiriyoruz. Derinlemesine değil, ha bire düzleşen bir biçim alıyor hayatımız. Daha az kelime, daha az isim, daha az tat.”
Ali Çolak bir denemesinde hayatın renklerini ve ayrıntılarını giderek kaybettiğimizden bahisle bunları söylüyor. Öncesi de var: “Bütün kuşlara ‘kuş’, bütün balıklara ‘balık’, bütün ağaçlara ‘ağaç’diyen insanlarız artık.”
Beni çarpan bunu “düzleşmek” fiiliyle anlatması oldu.
Bahar ya, bazen otobüse binmek yerine yürümeyi tercih ediyorum. Yürümek, çevremde az da olsa hayvan ve bitki kardeşlerimi görmek, iyi geliyor bana.
Kuşlar; serçe, sığırcık, güvercin, tek tük kumru. Hatta geçenlerde dere boyu tekütenha dolaşan bir leylek bile gördüm. Sonra ağaçlar… Bu şehirde yol kenarlarına dikilmiş epey kestane var ki şimdi çiçek döküyorlar. Asıl, oturup dar bir alana sığınmış hudayınabit yabani otları inceleyince şaşırıyor insan. Eğer insanoğlu ihmal etti de belediye işçileri kamyonlara yükleyip getirdikleri halıfleks tipi çimleri sermedilerse bir refüje, yol kenarına, birkaç karışlık toprakta belki on, belki yirmi çeşit canlı görebiliriz. Yoncanın, karahindibanın, papatyanın, gelinciğin çeşitlemeleri. Sonra böcekler, karıncalar, yağmur sonrasıysa birden ortaya saçılan küçük salyangozlar.
Sığındığım güneşten nasipsiz kibrit kutusu dairenin yakınında bir arsa var. Geç ve uzatmalı bahar bir coşma coşmuş sormayın. Bizim memlekette bir karışlık halini bildiğim mor ekin çiçeklerine benzer bir çiçek var, şebboy boyunda dal budak salmış. Mor bir kilim serilmiş sanki arsaya. Kenarda ise buraya yapılacak 4+1, 3+1 dairelerin şimdiden satılmaya başladığını haykıran kocaman bir levha çakılmış.
Dümdüz hayatımızı daha da düzleşmeden kurtarmak için ayrıntılara bakmayı denemeliyiz belki. Sağımızda solumuzda insanla beraber ve insana rağmen bir hayat var.
Bu bakış sayrılığı tek kuşların ağaçların adını bilmemekle sınırlı olsaydı keşke. Hurda malumattan bilgiye, oradan bilgeliğe yani irfana sirayet etmeseydi. Ama bu kötü ve ölümcül hastalık durmadan çevresini kendine benzeterek çoğalıyor. Dönüştürüyor her dokunduğunu.
Hafta sonu birkaç arkadaşla oturduk. Arkadaşlarımdan biri anlatıyor. Kariyer peşinde ilerliyordum, diyor. Bir ara mutluluk sandığım kariyerin sonunun olmadığını fark ettim. Bir otobana girmiş hızla ilerliyor gördüm kendimi. Yoldan çıkamazdım, geri dönemezdim ve hatta hızımı düşüremezdim. Nereye götürüyor bu yol beni?
Yolun sonunun ne olduğunu, yol kenarındaki tümsekleri fark edince anladım. Meğer mutluluk yolun sonunda değil yolculuğun kendisindeymiş.
Sonra otobanın kenarında çimler arasında yürüyerek giden, yer yer durup yolun tadını çıkaran insanlar gördüm…
“Eyvallah ölümlü âdem.” diyorum içimden.
“Çingeneler”i yazan Puşkin de böyle bir şey mi görmüştü acaba ya da “Bir Çift Yürek” yazarı Marlo Morgan…
“Quo vadis?” diyen vicdanın sesi olmalı bu yahut “Feeyne tezhebûn?” İnsanlığın vicdanı belki, bir hoyrat el tarafından küçümsenerek “Ecce homo.” diye teşhir edilen hazret-i insan.
Neyse, birden fazla uçtuğumu fark ettim. Bir yerde dur demeli. Dedim işte. Hem şimdi kendime dedim. Hem, o arkadaşın dediğini dedim. "Dur, demek lazım."
Bütün bunlar beni başka bir yere götürüyor. Bu ara bir romana başladım. Bir fizikçinin ilk romanı. “Dünya beni bekler mi?” diyor Gül Sevin. Başlarda, zamanın dördüncü boyut olup olmadığını tartışıyor roman kahramanları. Biri bir örnek veriyor. Basketbol topu üzerinde yürüyen karınca topun çekimiyle düz bir zeminde yürüdüğünü sanmaktadır. Top onun algısında üç değil iki boyutludur. Onun için bazen topun çevresinde döner durur. Ancak topa dışarıdan bakarsa anlayabilir üç boyutlu bir cisim olduğunu. Sonra insan dünyada yaşarken üç boyuta sıkışmış mıdır yoksa zamanı dördüncü boyut olarak hisseder mi onu tartışıyorlar.
Ben bu örneği kendimce okudum. Yaşadığımız dünyaya, güncele kaptırmışız kendimiz. Dışarıdan bakamadığımız için belki, dönüp duruyoruz. Zamanın dışından bakmak zaten çok zor ya, hiç değilse güncelin döngüsünden çıkabilseydik.
Ataullah İskenderî de belki bunu söylüyordu asırlar öncesinden. Demek, belki bugün anladığımız gibi olmasa da o gün de problemdi aynı şey. Sonuçta insan aynı insan.
“Bir dolap beygirine benziyorsun. Öyle ahmak, öyle hüzün verici.”
Dolap beygiri niçin hüzün vericidir? Çünkü döner durur ve bunun farkında değildir. Belki de mahzun olan sadece biziz onun halini fark ettiğimiz için.
Basket topundaki karınca, dolap çeviren beygir, yürüme bandında koşan insanlar… Dönüp duruyorlar işte.
Ve soru “Quo vadis?” Gidiş nereye?
“Ölüme ancak ölüme”
“Eyvallah ölümlü âdem.” de…
Ya sonra… Hadi öldün diyelim ölümden bir şeyler umarak… Bitti mi?
(Bu yazı 2014'te yazılmış olmalı.)
Yorumlar
Yorum Gönder