Köyde II (Selam Sırfâş)
16 Temmuz, Salı
Köyde hayat aynı şekilde devam ediyor. Hava serin. Ablam önceki gün epey saç böreği pişirdikten sonra dün Acıpayam’a döndü. Efemle kaldık yine. Bol bol kitap okuyup arada soda içiyoruz. Sabahları o yürüyor, akşamüstü ben. Son günlerde daha çok Hilal yeğenle yürüyoruz. Bazen başka katılımcılar da oluyor. Mesela ablam geldi birkaç defa.
Dün bakkaldan ocak üstünde ısıtmalı tost makinesi aldım. Yirmi beş lira, alüminyumdan. Sabah denedim, performansı iyi. Gençliğimde bildiğim gibi. Keşke iki hafta önce akıl etseydim bu basit ama faydalı aparatı almayı. Ablamın Güler komşunun ineklerine götürdüğü bazlamaları kurtarmış olurdum o zaman. Kahvaltıda ev halkına ne yedireceğim sorusuna bazı günler daha kolay cevaplar bulabilirdim.
*
Fatma’nın kitaplığından okumaya devam ediyorum. Bir iki gün önce Utopia’yı okudum. Thomas More’un bu eseri de eskiden okumuş olmam gereken bir kitaptı aslında ama okumamıştım. Nasip bu güneymiş. Ütopya kavramını edebiyat, felsefe ve siyaset alemine hediye eden eser. Okurken bu ütopya adası bir ütopya değil de gerçek olsa orada yaşamak ister miydim diye düşündüm. Hayır, istemezdim. Bir çeşit komünizm düşünmüş More ve oldukça insaflı, hoş yasalar koymuş ama sınırlandırıcı, kısıtlayıcı yönleri var yine de. Sanırım her ütopya biraz distopya. Yine de Platon’un Devlet’ine tercih ederdim Ütopya adasını. Yer yer tutarsızlıklar da gördüm ada halkının erdemli hayat anlayışında. Bazı yabancıları hileyle birbirine düşürmeyi erdem saymaları ve paralı asker aldıkları kavmi aşağılamaları gibi. Daha da çoğaltılabilir bunlar.
Çeviri güzel bir dille yapılmış. Çevirenler Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol. Usta elinden çıkması illa ki farklı bir tat katmış eserin diline.
Beni More’un kısa hayat hikayesinde anlatılanlar belki eserden daha çok etkiledi. Haksız yere idam edilmesi ve ölüm karşısında tutumu.
Kralın haksız bir kararını desteklemedi diye ölüm cezası veriyorlar yazara. Halbuki karşı da çıkmamış, sessiz kalmış sadece. Bu kadarını bile vatana ihanet kabul etmişler. Başı vurularak idam edilmiş. Ölümü garip bir iç huzuruyla, hatta sevinçle karşılamış. “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez.” demiş. Son sözü de bir nükte olmuş. Cellat başını kütüğün üstüne koyduğu zaman sakalını güzelce yana çekmiş ve “Ne de olsa sakalım vatana ihanet etmedi, o da idam edilmesin.” demiş.
Anlatıcı, Ütopya adasını anlatan kahramanı tanıttığı ilk sayfalarda onun ağzından şu sözü aktarıyor. “Bir mezarda çürümek şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: ‘Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.’”
İlk sayfalardaki şu yaklaşım da çok hoşuma gitti. Altını çizip gülen yüz emojisi koymaktan alamamışım kendimi.
“Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllaslar, Celenoslar, sürüyle insan yiyen Lastrigonlar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur.”
Gerçekten de öyle değil mi? On altıncı asırda bu konulara kafa yoran adamların çabaları devam ettirilerek batıda görece akıllıca düzenlenmiş toplumlara rastlanıyor bugün. Artık ikinci dünya, üçüncü dünya haline gelmiş toplumlarda ise hala efsanevi canavarlar ve o canavarların hikayeleriyle uğraşıyor insanlar. Bugün hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı gibi değerlerle öne çıkan bir memlekette yaşamayı ütopyada yaşamaya tercih ederim. Çok yol almış batı.
Başka okuyabileceğim hangi kitaplar var diye raflara bakarken ‘Yetke ve Birey’ adlı küçük bir kitap dikkatimi çekmişti. Dün beş on sayfa okudum. Belki daha fazla. Sonra bir gün önce yeğenimle kuzenine söylediğim lafı hatırladım. Gençlere bilgiç bilgiç “Başladığınız kitabı ille bitirmek zorunda hissetmeyin kendinizi, hoşunuza gitmediyse bırakın gitsin.” demiştim. Baktım başladığım kitabın içeriği çok da ilgimi çekmiyor aslında, bıraktım. Ama şunu da biliyorum, söylediğim o sözü hatırlamasam bırakmaz, konusu çok ilgimi çekmese de sonuna kadar okurdum o kitabı.
Sonra İsmet Özel ve Sezai Karakoç kitaplarını gördüm arka sıralarda. İkisinden de birer kitap aldım. Önceden okuduğumu düşündüğüm kitaplardı. İsmet Özel’den bir yazı okudum. Aslında doğru şeyler söylüyordu ama sonradan okuduğum yazıda söyledikleriyle çelişen tavırlar sergilediğini düşündüm, artık bana vereceği bir şey var mı emin olamadım onu da bıraktım. Okuduğum yazı kitabın adıydı aynı zamanda “Surat Asmak Hakkımız”. Ben de surat asma hakkımı kullandım belki.
Sezai Karakoç kitabını ise okuduğumu zannetsem de aslında okumadığını anladım. Edebiyat Yazıları III. Ben iki kitap biliyordum “Edebiyat Yazıları”nı altını çizerek, bir deftere özetini çıkararak okumuştum öğrenciliğimde. Bu üçüncü kitap 96’da çıkmış. Lise sonda ve üniversitede okudum Karakoç’tan ne okudumsa, sonradan sadece şiirlerini okudum sanırım. Belki birkaç defa. Tek ciltte çıkınca alıp bir daha okudum ama düzyazılarından okudum mu hatırlamıyorum.
Her neyse, kitabın alt başlığı Eğik Ehramlar, dergide yayımlanan bazıları güncel edebiyat yazılarına yer verilmiş kitapta. İyiydi. Dante ve islam yazısı çeviriymiş. Sonra Rimbaud ve İslam yazısı var. Bu konuyu hiç bilmiyordum. İlginç bir yazı. Hızırla Kırk Saat’ı nasıl yazdığını ve arada geçen “Batı Korosu”nun hikyesini anlattığı yazı da bence hoş. Aydınlandım o konuda.
Bir de Dante yazısında bir çeviri tasarrufu ilgimi çekti. Cehennem, isra ve miraçla ilgili anlatılardan bahsederken “lejant” kavramını kullanmış. Bir batılı, teolog bu kavramlara lejant der, ama bir Müslüman yazar genelde çeviri bile olsa ya değiştirerek tahrif eder, çevresinden dolaşarak ifade eder ya da bir dipnotla kendisinin aynı görüşte olmadığını ifade eder. Okurların tepkisinden korkar belki, belki okuru saf gördüğü için etkilenmesin, kafası karışmasın diye ön almak ister. Sezai Karakoç öyle bir şey yapmamış. Muhtemelen metinde olduğu gibi “bu lejantlar” demiş geçmiş. Aklıma şöyle bir hinlik de gelmedi değil, yoksa Karakoç, zaten okur lejant sözcüğünü anlıyorsa tepki gösterecek ya da kafası karışacak kadar sığ değildir anlamıyorsa okur geçer mi dedi? Pekâlâ lejant yerine efsane, ustûre veya söylence de diyebilirdi. Eğer kafamdaki muzibin dediği gibiyse bu da bir ön alma çeşidi olur.
Köyde hayat aynı şekilde devam ediyor. Hava serin. Ablam önceki gün epey saç böreği pişirdikten sonra dün Acıpayam’a döndü. Efemle kaldık yine. Bol bol kitap okuyup arada soda içiyoruz. Sabahları o yürüyor, akşamüstü ben. Son günlerde daha çok Hilal yeğenle yürüyoruz. Bazen başka katılımcılar da oluyor. Mesela ablam geldi birkaç defa.
Dün bakkaldan ocak üstünde ısıtmalı tost makinesi aldım. Yirmi beş lira, alüminyumdan. Sabah denedim, performansı iyi. Gençliğimde bildiğim gibi. Keşke iki hafta önce akıl etseydim bu basit ama faydalı aparatı almayı. Ablamın Güler komşunun ineklerine götürdüğü bazlamaları kurtarmış olurdum o zaman. Kahvaltıda ev halkına ne yedireceğim sorusuna bazı günler daha kolay cevaplar bulabilirdim.
*
Fatma’nın kitaplığından okumaya devam ediyorum. Bir iki gün önce Utopia’yı okudum. Thomas More’un bu eseri de eskiden okumuş olmam gereken bir kitaptı aslında ama okumamıştım. Nasip bu güneymiş. Ütopya kavramını edebiyat, felsefe ve siyaset alemine hediye eden eser. Okurken bu ütopya adası bir ütopya değil de gerçek olsa orada yaşamak ister miydim diye düşündüm. Hayır, istemezdim. Bir çeşit komünizm düşünmüş More ve oldukça insaflı, hoş yasalar koymuş ama sınırlandırıcı, kısıtlayıcı yönleri var yine de. Sanırım her ütopya biraz distopya. Yine de Platon’un Devlet’ine tercih ederdim Ütopya adasını. Yer yer tutarsızlıklar da gördüm ada halkının erdemli hayat anlayışında. Bazı yabancıları hileyle birbirine düşürmeyi erdem saymaları ve paralı asker aldıkları kavmi aşağılamaları gibi. Daha da çoğaltılabilir bunlar.
Çeviri güzel bir dille yapılmış. Çevirenler Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol. Usta elinden çıkması illa ki farklı bir tat katmış eserin diline.
Beni More’un kısa hayat hikayesinde anlatılanlar belki eserden daha çok etkiledi. Haksız yere idam edilmesi ve ölüm karşısında tutumu.
Kralın haksız bir kararını desteklemedi diye ölüm cezası veriyorlar yazara. Halbuki karşı da çıkmamış, sessiz kalmış sadece. Bu kadarını bile vatana ihanet kabul etmişler. Başı vurularak idam edilmiş. Ölümü garip bir iç huzuruyla, hatta sevinçle karşılamış. “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez.” demiş. Son sözü de bir nükte olmuş. Cellat başını kütüğün üstüne koyduğu zaman sakalını güzelce yana çekmiş ve “Ne de olsa sakalım vatana ihanet etmedi, o da idam edilmesin.” demiş.
Anlatıcı, Ütopya adasını anlatan kahramanı tanıttığı ilk sayfalarda onun ağzından şu sözü aktarıyor. “Bir mezarda çürümek şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: ‘Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.’”
İlk sayfalardaki şu yaklaşım da çok hoşuma gitti. Altını çizip gülen yüz emojisi koymaktan alamamışım kendimi.
“Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllaslar, Celenoslar, sürüyle insan yiyen Lastrigonlar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur.”
Gerçekten de öyle değil mi? On altıncı asırda bu konulara kafa yoran adamların çabaları devam ettirilerek batıda görece akıllıca düzenlenmiş toplumlara rastlanıyor bugün. Artık ikinci dünya, üçüncü dünya haline gelmiş toplumlarda ise hala efsanevi canavarlar ve o canavarların hikayeleriyle uğraşıyor insanlar. Bugün hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı gibi değerlerle öne çıkan bir memlekette yaşamayı ütopyada yaşamaya tercih ederim. Çok yol almış batı.
Başka okuyabileceğim hangi kitaplar var diye raflara bakarken ‘Yetke ve Birey’ adlı küçük bir kitap dikkatimi çekmişti. Dün beş on sayfa okudum. Belki daha fazla. Sonra bir gün önce yeğenimle kuzenine söylediğim lafı hatırladım. Gençlere bilgiç bilgiç “Başladığınız kitabı ille bitirmek zorunda hissetmeyin kendinizi, hoşunuza gitmediyse bırakın gitsin.” demiştim. Baktım başladığım kitabın içeriği çok da ilgimi çekmiyor aslında, bıraktım. Ama şunu da biliyorum, söylediğim o sözü hatırlamasam bırakmaz, konusu çok ilgimi çekmese de sonuna kadar okurdum o kitabı.
Sonra İsmet Özel ve Sezai Karakoç kitaplarını gördüm arka sıralarda. İkisinden de birer kitap aldım. Önceden okuduğumu düşündüğüm kitaplardı. İsmet Özel’den bir yazı okudum. Aslında doğru şeyler söylüyordu ama sonradan okuduğum yazıda söyledikleriyle çelişen tavırlar sergilediğini düşündüm, artık bana vereceği bir şey var mı emin olamadım onu da bıraktım. Okuduğum yazı kitabın adıydı aynı zamanda “Surat Asmak Hakkımız”. Ben de surat asma hakkımı kullandım belki.
Sezai Karakoç kitabını ise okuduğumu zannetsem de aslında okumadığını anladım. Edebiyat Yazıları III. Ben iki kitap biliyordum “Edebiyat Yazıları”nı altını çizerek, bir deftere özetini çıkararak okumuştum öğrenciliğimde. Bu üçüncü kitap 96’da çıkmış. Lise sonda ve üniversitede okudum Karakoç’tan ne okudumsa, sonradan sadece şiirlerini okudum sanırım. Belki birkaç defa. Tek ciltte çıkınca alıp bir daha okudum ama düzyazılarından okudum mu hatırlamıyorum.
Her neyse, kitabın alt başlığı Eğik Ehramlar, dergide yayımlanan bazıları güncel edebiyat yazılarına yer verilmiş kitapta. İyiydi. Dante ve islam yazısı çeviriymiş. Sonra Rimbaud ve İslam yazısı var. Bu konuyu hiç bilmiyordum. İlginç bir yazı. Hızırla Kırk Saat’ı nasıl yazdığını ve arada geçen “Batı Korosu”nun hikyesini anlattığı yazı da bence hoş. Aydınlandım o konuda.
Bir de Dante yazısında bir çeviri tasarrufu ilgimi çekti. Cehennem, isra ve miraçla ilgili anlatılardan bahsederken “lejant” kavramını kullanmış. Bir batılı, teolog bu kavramlara lejant der, ama bir Müslüman yazar genelde çeviri bile olsa ya değiştirerek tahrif eder, çevresinden dolaşarak ifade eder ya da bir dipnotla kendisinin aynı görüşte olmadığını ifade eder. Okurların tepkisinden korkar belki, belki okuru saf gördüğü için etkilenmesin, kafası karışmasın diye ön almak ister. Sezai Karakoç öyle bir şey yapmamış. Muhtemelen metinde olduğu gibi “bu lejantlar” demiş geçmiş. Aklıma şöyle bir hinlik de gelmedi değil, yoksa Karakoç, zaten okur lejant sözcüğünü anlıyorsa tepki gösterecek ya da kafası karışacak kadar sığ değildir anlamıyorsa okur geçer mi dedi? Pekâlâ lejant yerine efsane, ustûre veya söylence de diyebilirdi. Eğer kafamdaki muzibin dediği gibiyse bu da bir ön alma çeşidi olur.
Yorumlar
Yorum Gönder