Köyde (Selam Sırfâş)


3 Temmuz, Çarşamba

Bergson’u okudum. Topçu iyi bir yazar, kitabı zevkle okudum. Felsefe okurken kullanılan dille ilgili bir tedirginlik yaşıyorum çoğu zaman. Kökünü bildiğim sözcüğün hangi anlama geldiğini, nasıl bir terim olduğunu kestirmeye çalışmaktan kaynaklanıyor bu tedirginlik. Türkçe kökler ve eklerle oluşturulmuş ama anlamını kestiremediğim sözcükleri ya bağlamdan çıkarmaya çalışıyorum ya sözlüğe bakıyorum. Hatta bir keresinde yanımda sözlük ve ortamda internet olmadığı için anlamadığım bir terim için telefonumdaki Arapça sözlüğe başvurmuş, ha bu o muymuş, demiştim kendi kendime. Topçu okurken akıcı, güzel bir dille, anlaşılır şekilde de felsefi yazı yazılabileceğini anladım.

Bergson neler yazmış, neler düşünmüş oldukça geniş bilgi sahibi oldum kitabı okurken. Artık Bergson’un öncelikle hangi eserlerini okumak gerekir, filozof hangi konulara ağırlık vermiş biliyorum. Kitapta “sezgi” başlığına genişçe yer verilmiş. Sezgi kavramına Bergson’dan önce yüklenen anlamlar ve onun yüklediği anlamlar. Sanat, ahlak, din üzerine düşünceleri geniş alıntılar ve özetlemelerle kitaba yerleştirilmiş. Alınan parçalar Nurettin Topçu’nun Bergson sadece filozof olarak değil bir edip olarak da okunmaya değer bir isimdir iddiasını haklı çıkaracak nitelikte.

Filozofa getirilen tenkitler de yer almış kitapta. Yazar kendisi de yer yer tespit ettiği tutarsızlıkları göstermekten çekinmemiş. İyi oldu okuduğum.

Balkonda Mîna Urgan’ın anıları vardı. Fatma okumamı epey ısrarla tavsiye edince ona başladım bir taraftan.

Dün Hilal’le karşı yamaçtan biraz kekik topladık. Sabah Fatma komşudan ıhlamur topladı. Mutfağa serdiler. Kokuları geliyor hafiften. Dışarda kuş sesleri. Gece ve sabah biraz üşüdüm, şimdi sıcak basıyor. Soda içtim günlük yazarken. Sarıkız.
İşte havadan sudan da bahsederek günlük klişesini yerine getirdim.


5 Temmuz, Cuma

Sabah dinginliğinde yazıyorum. Ağır alerji ve neredeyse bitimsiz kaşıntılarla geçen bir geceden sonra güneş doğduktan sonra uyuyamadım. Küçük bir yürüyüş yaptık bacıyla. Evin önündeki patikadan bahçe, bağ arasından Oğlan Boncuklu Tepe’ye, oradan hafif Kireç Ocağı’na uzanıp Kabakçı’dan tekrar Camiyanı’na dolanan kısa bir parkur.

Mavi çiçekli hindibalar boy atmış, kocaman olmuş. Bir arkadaştan Orta Anadolu’da bazı yerlerde yalangı dendiğini duyduğum sığır kulakları, dondandokuzlar yani yabani hanımelleri, patlangaçlar, akgünlükler, pırnallar ve elbette kızılçamlar…

Şimdi saat 9.19, evrad-ı kudsiye okundu, sütlü Türk kahvesi içildi, dışarda kuş sesleri, serçe ve birkaç benzer küçük kuşun sesine arada uzaktan bir karga sesi katılıyor. 

Malum önümde bir ceviz bahçesi uzanıyor ve bakımsız ceviz bahçelerinin gönüllü bahçıvanı sincaplarla birlikte kargalar, özellikle burada malaş denen alakargalardır.

*

Bedia Akarsu’nun kaleminden çıkma Çağdaş Felsefe’yi okumaya devam ediyorum. Gürültü patırtıdan çok yoğunlaşamadığım da oluyor ama anlatım akıcı, üslup güzel. Felsefe akımlarını birbirine bağlayarak özetliyor. Güzel bir kitap bence. Kitabın yarısı örnek metinlere ayrılmış, henüz o kısma gelmedim ama iyi düşünülmüş. Felsefe akımlarını düşünürlerin kaleminden çıkma örnek metinlerle tanımak iyi olur sanırım.

*

Ali, dört yaşındaki yeğenim. Geçen gün balkona iri ama zararsız bir kınkanatlı geldi. Akşam ışığa koşan pervanelerle beraber böyle korkunç görünümlü böcekler de geliyor çoğu zaman. Kızlar korkunca Ali’ye attırıyorlar pıynar böceği dedikleri bu hayvanı. Ali görevi başarıyla tamamlayınca bir övgü yağmuruna tutuluyor. “Ali harikasın.” “Kahramansın, Ali.” “Ali, sen olmasan ne yapardık.” Bir süre dinliyor ve sonunda kendisi de katılıyor övücü takımına. “Ben olmasam, kendim ne yapardım.”

İnsanın “ben” ve “kendi” karşısında tutumuyla ilgili üzerinde durulması gereken bir cümle gibi geldi Ali’nin cümlesi. Yoksa şöyle miydi; “Kendim olmasa ben ne yapardım.”

*

Babam dün biraz dışarı çıkmak istedi. Az ilerdeki kendi evine gitmek niyeti. Önce "Şuradan gidelim duvardan çıkarız." dedi. Erimin dibine kadar gittik, biraz durdu, çıkamayacağını anladı. "Arkadan dolaşalım." dedi. Dinlene dinlene arkadan merdiveni çıktık. Ben döner diyordum, dönmedi. Zor bela evin önüne kadar vardık. Kiraz kakları ceviz sülükleri eskiden oturduğumuz betonun üstünü kaplamış. Terk edilmiş ev görüntüsü. Bir parça süpürdüm, sandalyelere oturduk. Ayrılmak istemedi. Başını masaya koyup bir süre yattı. Sonunda yine geri gitmek istemedi. Daha yukarı çıkacak. Çıktı da. Nuray Yengelerin evine çıktık. İçeride biraz yattı. Kalkınca zar zor ikna ettim, eve döndük.

6 Temmuz, Cumartesi

Akşamları bir kirpi dolaşıyor evin önünde. Önce kuru yaprakların, otların ezilen sesi duyuluyor. Balkondan eğilip bakıyorum, aynı kirpi olmalı. Balkonun altındaki çileklere dadanmış, komşunun tavukları yer diye atılan bazı yemek artıklarına da ortak oluyor. Bu sabah namazdan sonra soldan arkadan bir sincap çığlıklar atıyor, sağ ilerden kuş sesleri geliyordu. Havada hızlı hızlı çırpan onlarca kanat gördüm. Önce kırlangıç sandım. Dikkat edince alacakaranlıkta uçuşan yarasalar olduğunu anladım. Akşamları da çıkıyor dedi çocuklar.

*

Çocuklar, yeğenler hep gitti az önce. Sessizlik hakim şimdi. Babamla baş başa kaldık. Balkonu süpürdüm. Babamı yıkadım, kendim yıkandım. Birazdan Kadir Efem gelecek. Bekliyorum.

*

Çocukların kargaşasında daha rahat okurum diye dün elime “Bir Dinozorun Anıları”nı almıştım. Kaptırdım gidiyorum. Yarıyı geçmiş. Hiç hüzünlü bir anlatımı yok Mîna Urgan’ın ama ben nedense anı okurken hep hüzünlenirim. Yine hüzünlendim. Geçip giden bir ömür, yaşanmışlıklar, değişimler… Bunlar hep hüzün verici şeyler bana göre. Arada konuyla çok ilgisi olmasa da değinip geçtiği bazı hayat kareleri büyük hikâyeler olarak gözümde canlanıyor. Koca bir asır, uzantılarıyla daha fazlası. Mesela ölen yakınlarının yaşadığını ve onlardan mektup aldığını sanan yaşlı Ermeni dadı. Öyle canlı, öyle hüzünlü. Varlık vergisine muhatap olan Rumlar ve onların değerli eşyalarını evinde saklayan Şefika. Tanrıtanımaz Türkün bir türlü kızdıramadığı genç ve coşkulu rahip.

Bir seçki veya ders kitabı için parça seç deseler sanırım para ve iktidar karşıtı durumunu anlattığı sayfayı seçerdim. Beş dakikalık iktidar beni ne kadar çirkinleştirdi, iyi ki hep benden uzak oldu iktidar dediği sayfayı.

Bu eğilip bükülmez dinozor bana hoşgörülü davranmazdı belki. Öyle iddia ediyor kendisi ama bu birazda önyargısıyla ilgili. Tanısa yine de severdi beni. Benim ona karşı tutumum trendeki papazın tutumu gibi olurdu muhtemelen. O papaz kadar sabırlı olabilir miydim yoksa gazına gelip tartışmaya mı başlardım onu bilmiyorum işte.

8 Temmuz, Pazartesi

Dün akşamüzeri bal ormanında bir yürüyüş yaptım. Oradan mezarlığa geçtim, Zavayt’tan döndüm geldim. Biraz erken çıkmış olmalıyım yola hava sıcaktı daha. Terlediğim için mi yoksa zaten pis miydim bilmiyorum bir alay sinek yol boyu eşlik ettiler. Tepede bir iki mesaj attım, bir telefon görüşmesi yaptım.

Yalnız bir yürüyüştü, çoğunlukla birkaç kişi yürürüz bu yollarda, yalnız yürümek de iyiymiş, keşke sinek kardeşlerim de yalnızlığımla baş başa bıraksalardı beni.

*

‘Çağdaş Felsefe’nin ilk yarısı bitti. Şimdi seçme metinleri okuyacağım yavaş yavaş. Daha önce ders kitabı olarak okuduğum ‘Çağdaş Felsefe”de gördüğüm bazı isimleri bu kitapta göremedim. Sonra birden dank etti. Kitap 79 yılında basılmış. Otuz yıl önce yani. Otuz yıl önce yazılan bir çağdaş felsefe ne kadar çağdaş olur ki, gibi bir soru geldi aklıma. Gerçi biz örgün okurken de Yeni Türk Edebiyatı tarihi o tarihten otuz kırk yıl öncesinde kalmıştı neredeyse. Önce tarih hükmünü versin diyorlardı sanırım. 

Ben bunu doğru bulmazdım. Öğrencilerimden Yeni Türk Edebiyatı derken buradaki “yeni” sıfatını tartışmalarını isterdim. O zamanki bir reklam cıngılından apardığım soru cümlesiyle “En yeni ne kadar yeni?” diye sorardım. Şimdi olsa gençler arasındaki moda soru kalıbını kullanırdım sanırım. “Neye göre, kime göre yeni?”

Mesela bu kitapta Sartre’ın ölüm tariihi yok. Ad soyaddan sonra (1905 - ): şeklinde parantezi kapayıp iki nokta koymuşlar. Bedia Akarsu üzgün yüz emojisini de öğrenememiştir sanırım.

Neyse, ne diyeyim, ellerine sağlık. Okudum, istifade ettim.

Ödünç bir kitap olduğu için çizmeyecektim. Ödünç kitapları, kütüphane kitaplarını çizmeyi doğru bulmam, kendi kitaplarımı kurşun kalemle çok fena çizerim. Ama bazı yerlerde dayanamadım çizdim. Çağdaş felsefecilerin bazı düşünceleri, yaklaşımları doğunun irfanî metinlerini, o metinlerdeki yaklaşımları andırıyor çünkü. Yine de bu benzerlikler üzerine gönül rahatlığıyla konuşup yazamıyorum. Çünkü bir yerde bir sufinin sözü mü dediğiniz düşünceleri sıralayan filozof az ilerde çok farklı bir yargıya ya da vargıya ulaşabiliyor. O filozofu külliyatıyla okuyup, dediklerine bütüncül bakamamış olmak tedirgin ediyor beni. Belki gereksiz bir dikkat. Emin değilim bundan, belki de gereklidir. Sık sık yazma niyetiyle üç yıl önce açtığım “Felsefe talebesi” adlı bloga çok az yazabilmiş olmamın birkaç sebebinden biri de bu olabilir.

Bu kadar uzun ve belki gereksiz bir girizgahtan sonra kitaptan altını çizdiğim bazı cümleleri, paragrafları alıntılamak istiyorum.

Bedia Akarsu, Scheler’in görüşlerini aktarıyor;

“… Kişinin oluşmasına hizmet eden bilgi ile bizdeki tinsel kişiliği varlık ve özellikleriyle bir ‘mikrokosmos’ halinde genişletir ve açarız, bunu da dünyanın bütününe bir defalık olan varlığımızla katılmaya çalışmakla başarırız. İnsan her şeyden önce kendini özgürce biçimlendiren bir varlıktır. İnsan varlık biçiminin ne olmasını ve ne olacağını isteyen ve buna, ne olacağına karar verebilen bir varlıktır. İnsan için ülkü (ideal) olarak da Scheler ‘tam-insan’ ülküsünü koyar. Bundan da insanın asıl özüne varmmasını anlar. Oluşumla iilgisi olmayan her türlü bilgiye karşı ‘oluşum bilgisi’ oluşan, bir kültür haline gelebilen, insana biçim kazandıran, insanı yetiştiren bilgi, ‘sindirilmiş’ bilgidir. Nasıl ve nereden kazanıldığı bilinmeyen bir bilgidir. Bu bilgi adeta insanın ikinci bir doğası olur. Bu bilgi insana hazır bir elbise gibi değil de, insanın kendisinde olan doğal bir elbise gibi uyan bir bilgidir. ‘Aydın, tahsili olup olmadığına dikkat etmediğimiz insandır.’ Diyor Scheler. Bu oluşum kazandıran bilgi, yalnız aklın, düşünmenin, görülemenin sağladığı bilgiler değildir. Bu bilgi ruhun işlevlerini de kapsar, halk dilinde gönül denen şeyi de. Gönlün de, istencin de, karakterin de bir biçim kazanması olanaklıdır, bunlar da aklın formları gibi gelişirler; öyleyse bu bilgi bir oluşa, bir başka-oluşa hizmet eden bilgidir. Kurtuluş bilgisinde insanın kişi çekirdeği dünyanın en yüksek varlık temeline katılmaya çalışır. Bu bilgi bütün nesnelerde salt olanın var oluşu, özü ve değeri olan bir bilgidir. Ancak bu metafizik Scheler’de bir nesne—varlık metafiziği değil, ‘insan nedir?’ sorusunu soran felsefî antropoloji ya da edimler metafiziğidir. Çağdaş metafizik öyleyse bir ‘metaanthropologie’ olmalıdır, Scheler’e göre.”

Mesela bu örnek. Sanki “tam-insan” kâmil insan gibi geliyor kulağa, insan küçük kainat yaklaşımı bir çok doğulu irfan mektebinde tekrar edilegelen bir yaklaşım ama ayrıntıda ciddi farklar da var.

*

Hegel, “Her felsefe çağını düşüncelerle dile getirir.” demiş.

*

Ortega:

“Artık kahramanlar yok, yalnız koro var.”

*

Kierkegaard:

“Yaşamını boşuna harcama, günlerini öldürme, uyku içinde geçirme, uyan ve insan ol.”

Kendisi “bütün yaşamını, doymuşluğu içinde uyuklayan insanları nasıl uyandırabileceğini düşünmekle geçirdiğini” söyler. Belki insanları biri cılız kanatlı – eşit olmayan – iki atın çektiği bir arabaya oturtup yürü diye bağırsa! Belki o zaman uyanacaklardır. Kanatlı at sonsuzluk, cılız at zaman, arabacı da içimizden her biri.

(Platon’un da buna benzer arlı arabaları vardı.)

*

Kierkegaard’a göre:

Bir insan doğruluğu bildirebilse bile, bunu yapmaması gerekir. Bir öğreticinin öğrencisini kendi kopyası yapmaya hakkı yoktur. Öğretmen öğrencisine dolaylı olarak biçim vermekle, dolaylı olarak onu yetiştirmekle yetinmelidir.


9 Temmuz, Salı

Dün akşamüstü Hasancan ve annesiyle Akpınar tarafına yürüdük. Oradan bir yolaktan tepeye doğru gittik. Gideceğimiz tepeye devlet ceviz dikmiş ve etrafını telle çevirmiş. Yürümeye devam ettik, başka bir tepeden temaşa ettik manzarayı. Taşdibi karşıdan görünüyordu. Önümüze çıkan otlara, ağaçlara bakarak ilerledik. Ablama karakavuk türlerini, yoncaları vb anlattırdım. Bir otun adının yörük abası olduğunu öğrendim. Bu ot yaprakları yumuşak ve enli olduğu için bu adı almış ablama göre. Çiçeklerinden ballıbaba ailesinden olduğunu düşündüm. Adaçayıgile de benziyor ama kokusu olmadığı için o ihtimali eledim. Ekin tarlasında yaprakları ellik içine konurmuş. Çocukken içine ot konmuş tahta ellik takmıştım birkaç defa.

Bir yerde dondandokuz yani hanımeli gördük. Bir de biraz onu andıran ama çiçekleri çok farklı kokusuz bir bitki gördük, ablam adını hatırlayamadı, eve gelince Kadir Efeye sorduk o da bilemedi. Neyse ki sabah Zeyhan Dayı ve ekibi geldi ziyarete. Böylece merakımızı gidermiş olduk. O sarmaşığı andıran beyaz çiçekli çalımsı bitkinin adı “yoosul” imiş. Sanırım ben bu sözcüğü yazıya geçirirken “yoğsul” yazarsam daha doğru okunmasını sağlamış olurum. Sonra bizim köyün ağzına alışık olmayanlar iki “o”yu ayrı ayrı okumaya kalkışır da tuhaf bir sözcük ortaya çıkar. Bir de gezdiğimiz o tepenin adını hatırlayamadık. Ablam da ben de Kanlıpınar’ın yanındaki o tarla parçalarına ne dendiğini anamızdan öğrenmiştik ama hatırlayamıyorduk. Onu abim hatırladı. Oranın adı “Boklucaburun”du. Anam bir keresinde oraya ekin biçmeye gittiğini anlatmıştı bana.

Zeyhan Dayılar biraz oturduktan sonra Nezahat Ablam yüksek sesle söylene söylene geliyordu. Dayı ona takıldı. “Ne aydınıp duruyon, aydınma öyle!” Not defterime köyümde yaşayan ama benim dikkat etmediğim bu fiili yazdım hemen. Aytmak fiilinden türetilmiş “aydınmak” fiili “söylenmek anlamında. Arkaik bir kökten hâlâ yaşayan bir fiil. Bu çok kullanılır mı dedim, biliyorlardı hep. Ama ilginç bir şey olduğundan haberleri yok.

Az sonra Şükran Yenge bir atasözü söyledi. Anası yarım iş yaptıkları zaman “Öldürdüğün yılanın kuyruğu adamı sokar.” dermiş.

Hava gündüzleri biraz sıcak oluyor. Şimdi de öyle. Arada bir serin rüzgar esiyor, nefes alıyoruz. Vehbi ve Yunus spor kursuna gittiler. Cihan ve Hasan beraber takılıyorlar vs, vs..

11 Temmuz, Perşembe

Sabahtan beri bir rüzgar, bir rüzgar. Hava serin olduğu için belki,geç uyandık. Sonra kahvaltı, sofra kaldır, çamaşır yıka, ser derken gün ikindi oldu neredeyse. Dün evin önüne kilim serdi ablam, darı ekmeği pişirdi saçta. Saçın altında yanan çalı çırpının dumanla beraber gelen kokusu eski günlerin kokusuydu. 

Kabakçı’da dergah inşaatı var. İki kat. Beton direkler, beton tavan, taban tamam. Yüksek bir platform. Bir gün önce dergaha çıkıp Evrad-ı Kudsiye okumuştum. Dün yine o amaçla çıktım, bir iki telefon görüşmesi derken akşam ezanı okudu, namaz kılıp, döndüm. Sonra efemle Akpınar’a kadar yürüyüp, bir iki yudum su içip, döndük.

Rüyamda uzun ve karmaşık yollar, yolculuklar… Birçok türbe ve türbelerin üstüne inşa edilmiş toplu konutlar. Belki üç yüz altmış evliya var burada, diyorum. Türbelerin üstüne böyle evler kurulmasını doğru bulmuyorum.

*

Geçen yaz bir iki dize yazmıştım, anamdan sonra bahçenin aldığı bakımsız hal hakkında. Not defterinde Mesnevi’den not aldığım cümleler arasında onlara rastladım. Biraz çalışıp bir şiir haline getirmek istedim. Ailenin watsap grubu “kolak tayfası”na gönderdim. “Kadın anam sen gideli buradan”

*

Çağdaş Felsefe’den alıntılar:

Max Scheler; sanırım okumak istediğim bir düşünür oldu. Bu alıntılar onun Felsefî Dünya Görüşü adlı yazısından:

“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz.” Platon’un bu sözü bugün için de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinî veya herhangi başka bir gelenek yoluyla elde ederler.



İnsan “küçük bir evren” olduğu ve bütün varlıkalanları – fiziksel, canlı ve manevi varlık – insanda bir araya geldiği, insanda kesiştiği için, “büyük evren”in en yüksek temeli insanda incelenebilir. Küçük bir Tanrı olan insanın varlığı, Tanrıya giden ilk geçittir.



İnsanın itki ve güdülere dayanan biyolojik varlığı da, kökünü doğadaki Tanrısal “yaşama atılımı”nda bulur.



Karar verme varlığı olarak insan, Tanrının birlikte savaşçısı, birlikte eylemcisi olmanın yüce onurunu taşır. Onun görevi, Tanrılığın bayrağını; kendisini dünyanın oluşumunda gerçekleştiren Tanrının bayrağını, dünya kasırgasında en önde taşımaktır.


Martin Heidegger’den;

Herkes alanı her yerde hazır bulunur, ama insanın karar vermesi gerektiği yerde “herkes” ortadan çekilmiş, kaçıp gitmiştir. Ne var ki bütün kararlar önceden herkes alanınca verildiği için, herkes alanı insanın sorumluluğunu insanın üzerinden alır. Herkes alanı kolayca herşeyin sorumluluğunu yüklenebilir, çünkü bu alanda yapılıp ediliş olanlardan ötürü hiç kimseden tek başına kendisini sorumlu sayması beklenmez. Yapılıp edilenlerden sorumlu hep “herkes”, daha doğrusu “hiç kimse”dir.



Herkes alanında her kimse ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir. Günlük insanın kimliği sorusunun karşılığı olan “herkes”, insanın ötekilerle-birlikte-olma’sında kendi varoluşunu teslim ettiği “hiçkimse”dir.


Sartre’dan alınan parçalarda da altını çizdiğim çok cümleler olmuş ama buraya kaydetmeye üşendim.


12 Temmuz, Cuma

Birkaç yıl önce Sözler’in Altınabaşak Neşriyat baskısını okumuştum. Diğerlerine göre daha ince bir baskıydı bu. Başka kitaplarda yer verildiği için 10., 25., 26. Sözlere yer verilmemişti. Bu yaz yeni bir risaleye başlamak yerine önce o – görece – eksik kalan parçaları okuyayım dedim. Haşir risalesini ve Kader risalesini tekrar okudum ve bir kez daha emin oldum ki bugünlerde bazı insanların büyük bir sorun olarak gördüğü gençlerin (sadece gençler mi acaba?) ateizme ve deizme kaymasına karşı çare olabilecek ilaçlar bu eserlerde. Elbette bu durum gerçekten ciddi bir problem olarak görülüyorsa ve dile getirenler bunun dert olduğunu sadece dudaklarıyla söylemiyor, vicdanlarında hissediyorlarsa. Ama bir gence, ergene bu kitapları nasıl okutacaksın, okusa nasıl anlayacak o da ayrı bir problem.

















Yorumlar

Popüler Yayınlar