Köyde IV (Selam Sırfâş)






18 Temmuz, Perşembe
Dün anlattığım yağmur, asıl sağanağın fragmanı gibi bir şeymiş. Şimşekler çaktı, yıldırımlar, gök gürültüsü. Akşama kadar bazen hızlı bazen usul usul yağdı durdu yağmur. Siyginden korumak için minderleri iyice ortaya çektim, kilimleri üstüne attım, hiç sevmediğim dağınık bir manzara. Soğuk hava akşam ve gece de sürdü. Babam buyacağız diye iki kat battaniyenin altında kazakla yattı durdu. Yemeği mutfakta yedik, bugün kahvaltıyı da aynı şekilde. Gece o kadar üşüdükten sonra sabah ekmek almak için sokağa çıkınca sırtımın biraz ısındığını fark ettim. Aslında dışarda, çuvaşta yürüsem biraz kemiklerim ısınacak ama evin ıssız hali babamı ürkütüyor. Sabah “dışarda yatan adamı” sordu tekrar tekrar. Dışarda kimsenin olmadığına bir türlü inanmadı, sonra içerde odalarda da kimsenin olmamasına çok şaşırdı. Hayretler içinde, “Eh gari, buna bir şey denmez.” dedi durdu. Sanırım dışarda yatan abim sayesinde kendini güvende hissediyor, rahatça uyuyormuş. Sonra her şeyi unuttu, tekrar tekrar sordu. Biz neredeyiz, dışarıdaki çeşmenin oradan görünen ev bizim miydi eskiden, yukarıdaki evi kim yaptı? O senin evin hâlâ, yukardaki evi de sen yaptın aslında.

Zar zor ikna ettim, balkona çıkardım, şimdi mışıl mışıl uyuyor. Daha öğle vakti girmeden iki kez namaz kıldı. Gece de durmadan dua, ayet, zikir. İlginç bir şekilde rüyasında konuşurken ve okurken kelimeler, cümleler daha düzgün çıkıyor.

Bakkala giderken yol boyu çokça mavi, arada sarı hindiba çiçekleri gördüm. Halbuki birkaç gün önce bu çiçeklerin hep döküldüğünü düşünmüştüm. Yakından bakınca dökülen çiçeklerin ayrı, yeni açılanların ayrı olduğunu fark ettim. Dünkü yağmur ve sabah güneşi tekrar uyarmış hindiba çiçeklerini demek ki. Balkonu düzelteceğim, rahatsız ediyor dağınık görüntü, bir taraftan da yine yağarsa diyorum. Yine de önce düzeltip, yine yağarsa yine toplamak daha iyi sanırım.

*

Belki de insan bir yaştan sonra hep yeni kitaplara koşmak yerine bir zamanlar okuduğu ve iyi olduğunu hatırladığı kitaplara dönmeli. ‘Edebiyat Yazıları I’de bazı yazıların içeriğini hayal meyal hatırlasam da çoğunu sanki ilk kez okuyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Hayır, ben bu anlatılanları hiç hatırlamıyorum, dedim durdum kendi kendime. Oysa dün anlatmıştım nasıl okuduğumu.

Bu kitabı edebiyata hevesli gençlere, edebiyat meraklılarına vs tavsiye etmek lazım. Bazı yazılar çok şairane. Mensur şiir gibi bir dille yazılmış. Şiir hakkında yazılmış ve şiir gibi. Ben aslında bu tarzı sevmiyorum artık. Düzyazının daha düz olanını, örneklerle somutlaştırarak anlatanını seviyorum ama rahatsız etmedi beni bu üslup. O tür yazıların eskiden niçin o biçim altını çizdiğimi de anladım. Dize gibi, aforizma gibi cümlelerin sıralanmasından oluşmuş bir yazıda önemli yerleri çizmeye kalkarsan elbette ne yapacağını şaşırırsın.

Şiirin oluşumu hakkındaki yazıyı ve gelenek hakkındaki yazıları özellikle ilgi çekici buldum.

Yazarın doğu ve batı edebiyatını, felsefeyi ne kadar iyi özümsediği yazılardan anlaşılıyor. Divan şairlerini, Arap ve Fars edebiyatını da batı edebiyatıyla birlikte çok iyi okumuş olmalı.

Türkmenlerde bir söz var “toydan topukça” diye. Anlamı şöyle, ben bir şölene katıldım, yedim içtim, eğlendim size de hatıra nev’inden bir şey getirdim. İşte ben de kitaptan buraya “toydan topukça” bazı iktibaslar aktarıyorum.

“Yunan trajedyası, bütünüyle, insan hayatında hüküm sahibi olan kesin Tanrı iradesinin ilah adlarına bölünerek perde perde ve makam makam değişimlerini sergiler.”

“Sanat eseri yaratışın taklididir, yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi oldukça değerden düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı anladıkça da yoğunlaşır.”

“Evet, şairlerin biyografilerinde anlatılan serüvenlerle sınırlamamalı şairin ahlâkını. Şairin ahlâkı, şiirindedir, bazan susmasındadır. Davranışlarının özünde gizlidir.”

“Yalvarıların en güzelini, en ölmezini belki o (şair) yapacaktır. Öyle ki insanlar, aynı durumla karşılaştıkları her vakitte o yalvarıyı dillerinde ve gönüllerinde hazır bulabilsinler; o yakarı, insanlık için sunulan en etkin teselli olabilsin.”

“Minnet Huda’ya, devlet-i dünya fena bulur

Bâki kalır sâhife-i âlemde adımız” (Baki)

“Çağ ondan (şairden) hiçbir şey vermemek karşılığında, her şeyi ister. Geçici ün için gerçek ve sürekli ününü ister.”

“Eflatun’un rüyası mı gerçekleşti nedir? Şairler, koğuldular siteden günümüzde.”

“Günümüzü ve çağımızı, biz şair denen kişiler, öylesine kelimelerimizin örsünde ve deyişlerimizin çekiciyle döğüp yoğurmalıyız ki, saçtığımız kıvılcımlar ve çıkardığımız çınlayışlar, şairin diriliş ve dönüşünün ayak sesleri olsun.”

“Şair, üzerine büyük bir arı oğulu konmuş bir ağaçtır. Oğul, kelimeler… Her kelime bir duyguyu, düşünceyi vızıldatır durur. Şair kelimelerin büyük uğultusu içindedir daima… (ila ahiri’l-paragraf)”

“Sanatçılar yalnız iyimser değil, iyicidirler. Yalnız iyi olmaya çalışmakla yetinmiyor, iyilik için savaşıyorlar da.”

“Şiir şuurla bitişiktir. Şuur, taş ve mermerin tesirinde olduğu gibi iptale uğramaz. Öte yandan, aklın dar çerçevesine de mahkûm olmaz. (ila ahir…)”

“Aslında, yeni olmak ‘eski’nin sırrını bulmaktır. Çünkü: o ‘eski’, bir nevi ölmezlik kazanmıştır. Şair de zaten ölmezlik sırrının peşindedir.”


19 Temmuz, Cuma

Dün akşamüstü hafif yağmur çiseledi ama ıslatmayan, korkutmayan, minder yastık toplatmayan bir çisentiydi bu. Bilakis iç açan, toprak kokutan, hafifçe okşayan, hele akşamüstü yürüyüşlerinde olmaması değil olması yeğlenen bir çisenti. Hilal’le çıktık, Akpınar’dan birkaç avuç su içip döndük. Yolda Varol Yılmaz’la karşılaşıp, selamlaştık. Bir “pıynar”ın gür dalları arasına sığınan kuşların acaba orada yuvası mı var diye baktık. Yokmuş. Pembe ufukların resmini çekemedik, telefonumu çoğu zaman olduğu gibi Vehbi rehin almıştı.

Gece yine soğuktu, sabah ise iyiydi hava. Üşütmeyen, yakmayan, tatlı tatlı esen bir rüzgâr var şimdi. Gece iyi uyuyamadım, bir ara uykum kaçtı, neyse ki sabah bir ara iyi uyumuş olmalıyım ki dinç uyandım. Kahvaltı hazırlama, masayı toplama, çamaşır atma, masanın altını süpürme derken baktım öğlen olmuş. “Ev hanımı olmak hiç kolay değil.” dedim. Hilal de gelmişti o ara. Kadir Efemle yeğenim hak verdiler bana. “Evet, öyledir.” dediler. Sonra efem gitti, yeğenim “Yorgunluk giderici bitki çayı yapayım sana.” dedi. Ihlamur kaynattı geldi. Başka şeyler de kattı mı bilmiyorum.

Hilal’e Sezai Karakoç kitaplarını göstereyim derken raflarda “Edebiyat Yazıları”nın eski baskılarını da buldum. İçerik ikinci kitaba eklenen bir yazı hariç aynı. Yeni baskılarda sayfa sayısı biraz daha fazla baskı farkı olarak. İkinci kitap “dişimizin zarı” alt başlığıyla çıkmış yeni baskılarda.

İlk kitaptan farklı olarak ikinci kitabın içeriğini okudukça hatırladım. Özellikle Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Necip Fazıl’la ilgili yazıyı, sonra Necip Fazıl şiiri üzerine yazdıklarını. Demek, daha somut, örnekli konuları daha rahat hatırlıyorum, soyut, teorik ve şiirsel anlatımlar hayranlık uyandırsa, şaşırtsa da akılda kalması daha zor oluyor.

Hilal için de birkaç kitap seçtik Karakoç külliyatından. Mevlâna ve Yunus Emre kitaplarıyla Leyla ile Mecnun. Hilal Mevlâna okuyor birkaç yıldır onun için Mevlâna hakkındaki kitabı merak etti sanırım. Ihlamurlarımızı içerken Leyla ile Mecnun’dan sırayla şiirler okuduk.

İkinci kitabı bu sefer fazla çizmedim, sadece okumadığım, okumam gerektiğini düşündüğüm bir iki roman adını not ettim defterime.

Bu alıntı “Sanat ve İmkân” yazısından:

“Demek istiyorum ki, ipek böceğinin kozasını örmesi için dutluk lazımdır. Dutlukları yok ederseniz ipek böceği de, ipekçilik de zamanla kaybolur gider… Ya da, bugün olduğu gibi, sentetiğe, suni ipekçiliğe döner.”


**

Öğlen Göksular geldi. Akşamüstü Arifelerle yürüdük Akpınar’a. Akşam Hilal’in kuzeni geldi. Akşam çayında “köşün başı”nda hep beraberdik. Konu benim tembelliğimden açıldı bir ara. Sanırım bana haksızlık yapılıyordu ama ses etmedim. Anlatıp gülüşsün, mutlu olsun garipler.

Yorumlar

Popüler Yayınlar