Lüzumsuzsam Söndür (Selam Sırfâş)

15 Haziran, 2019

Birkaç gündür bir Mahtumkulu dosyası hazırlamakla meşgulüm. Bir dergi özel sayı çıkarmak istiyor, benden yardım istediler. Biraz yorulduğum da oldu ama bu iyi birşey aslında. Geçen gün dinlediğim bir röportajda da benim gibi kendini işe yaramaz hisseden, çağdaş sosyolojinin bir terimiyle “işe yaramazlık kabusu” yaşayan kimseler için beyni ve bedeni bir şekilde yormanın ne kadar önemli olduğu vurgulanıyordu.

17 Haziran

Eskiden bazı binalarda lamba anahtarlarının yanında “lüzumsuzsa söndür” yazardı. “İşe yaramazlık kabusu” lüzumsuzluk saplantısı halini alıyor bazen. “Lüzumsuzsam söndür.” diyorum içimden.

20 Haziran

Beklediğim kötü haberi aldım ve zaten gelecek cevaptan neredeyse emin olduğum halde yine de üzüldüm. Kalp her türlü, küçücük de olsa bir umuda yapışmak istiyor sanırım. Bir sonraki adım için ne hevesim ne gücüm var.
Evinsiz boş günler yiyip bitiriyor ömrümü. Dosyaya da bakamıyorum kaç gündür.

*

Düşümde Yalvaç’taymışım. Yalvaç bu kadar küçük müydü, diye şaşırıyorum. Sanki birkaç adımda merkezdeki büyük çınarın altındayım. Tuğla örülü binalar, dükkanlar ve çınarın altında masa sandalyeler var. Ama bunlar açık yerde kahve masa sandalyeleri değil bir lokantanın dışarı konmuş masa sandalyeleri. Az ileri yürüyorum. Aşağıdan akan bir çay ve eski evler. Çayın yanına inip oradan geri yürümek istiyorum. Maksat bizim liseye çıkmak. Dar bir pantolon ve ayağımda sandaletler var. paçalarımı sıvayıp suya dalıyorum. Su derin değil. Az ilerde alçak bir setten dökülüyor, oraların derinliğini kestiremiyorum. İki katlı köhne taş evi arkama alıp aslında sağ tarafa çıkmak isterken önce çayın sol tarafına yürüyorum. Sonra taşların üstünden karşıya geçiyorum. Orada birkaç kişi var. Alçak sesle selam veriyorum. Selamımı almadıklarını düşünüp azıcık sesimi yükselterek kendi selamımı alıyorum. Oradan yokuş yukarı giden yollar var, birinden çıkıyorum. Bir kız da peşimden geliyor. Yolun yukarıdaki gerçek yolla birleştiği yerde birkaç kadın sanırım birşey soruyor. Onlara cevap veriyorum. Birkaç cami, biri henüz bitmemiş, az ilerde duruyorlar. Orada bir mezarlık varmış, onu hatırlıyorum. Mezarlık bahçesindeki caminin olduğu kapıya yöneliyorum. O kız da kadınların peşinden değil benim peşimden geliyor. Mezarlıkta bir yere buğday taneleri yığılı. ‘Bunlardan isteyen alıp mezarlara serpiyordur kurdun kuşun hayrı için…’ diye düşünüyorum. Orada birkaç adam var. ‘Bayram öncesi hepsi yakınlarını ziyaret için gelmiş ya da yeni birini defnettiler’ diye düşünüyorum. Onları geçip ayakta mezarlığın girişinde dua ediyorum. Tanıdığım, bildiğim biri olmadığı için bu mezarlıkta yatanların hepsini ve kendi geçmişlerimi niyet ederek ihlas okumaya başlarken ağlıyorum.

26 Haziran, Salı

Mahtumkulu hakkında rivayetlerden üç beş sayfa çevirip bir yazı çıkarmak istiyorum. Bir rivayet vardı, birkaç cümle çevirdim, sonra bıraktım, sonra bir cümle daha çevirdim, sildim sonra. Aslında çok ilginç gelmişti ama okuyan kitle rivayetin aslında Mahtumkulu’nun ağzından değil halkın zihninden çıktığı ayrıntısını ıskalar diye yazıda yer vermemenin daha doğru olduğunu düşündüm.

“Beni halk okur” demişler başlık olarak. Rivayette Mahtumkulu’ya Buhara’da arkadaşları “Senin kitabını türkisovada almıyorlar mı?” diye soruyorlar. Buradaki “türkisovad” sözünü anlamadım önce. Dipnotta “fetva vermek” diye açıklamışlar. Metnin devamında bu tabirin Türkçe medrese müfredatı anlamında kullanıldığını anladım. Demek medreselerde okutulacak kitapları bir heyet tespit ediyor. Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplar okutuluyor. Türkçe kitaplar içince en önemlilerinden biri Sofi Allahyar’ın kitabı. O kitabı biraz okumuştum, adı “Sebatü’l-Âcizîn” idi.

Rivayeti okuyunca beni bir merak sardı “türkisovat”a dahil edilen kitaplar nelerdi acaba? Tespit edilse liste ve bir seri olarak yayımlansa. “Revnakü’l-İslam”ın da o listeden olduğunu düşünüyorum. Daha başka ne vardı on sekizinci asırda Buhara’da, Hive’de medreselerde okutulan? Tabi Arapça, Farsça müfredatı da merak ediyorum.
Rivayeti o yazıya almayışıma gelince Mahtumkulu sanki Sofi Allahyar’ı kıskanıyor, geçmişindeki günahlarından dolayı onu küçümsüyor gibi anlamlar çıkıyordu satır aralarından. Benim tanıdığım Mahtumkulu öyle konuşmaz. Okurun Mahtumkulu algısına zarar vermek istemedim.

*
Dün Arapça kursunda eski bir öğrencimle konuşuyoruz. Yetmiş yaşlarında bir emekli. Emekli olmadan önce önlisans okumak için üniversiteye geldiğinde Türk dili dersine girmiştim. Bu dönem kursta karşılaştık. Şaşırdı. Defalarca umreye, hacca gitmiş ilginç bir adam. Bu yıl da Ramazan umresine gitmişti. “Senin için Kabe’ye yapışarak dua ettim.” dedi. Durumuma üzülüyor. Ben onun kadar üzülüyor muyum? Emin değilim. İçimden “Keşke benim için dua ederken Allah gönlüne göre versin, deseydin.” dedim. Benim gönlümle onun gönlünün ne kadar örtüştüğünü bilmiyorum çünkü. Yine de hüzünlü bir sevinç duydum, inceliğine teşekkür ettim.

Yorumlar

Popüler Yayınlar