İZLER VE SİSLER


Yaşlı adam gölün üzerini kaplayan bir sis görüyordu. Eskiden bu çay bahçesinden bakınca karşı kıyıyı görürdü. Açık havalarda açık seçik beyaz bir duvar gibi karşı sahilin arkasında yükselen bayırı ve bayırın üzerinde yükselen kızılçamları gördüğü gibi, sisli havalarda da aynı manzaranın karartısını fark ederdi. Ama şimdi gölün üzerine çöken bir sis görüyordu sadece. Gözlerini ovuşturdu.
“Sakın bu sis göle değil de gözlerime düşmüş olmasın?” diye düşündü. O da olabilirdi. Artık gençliğinde okuduğu cep boy, çanta boy kitaplar bir yana, niye böyle kocaman basıyorlar ki diye düşündüğü Kuran’ı bile gözlerinin iyi seçemediğini fark etmiş, kızının muzip gülümsemesi eşliğinde cami boya terfi etmişti.
Rutin göl ziyaretlerinin birini gerçekleştiriyordu bugün. Yine çoğu zaman yaptığı gibi ilçeden kasabanın minibüsüyle meydana gelmiş, oradan da yavaş yavaş bu çay ocağına yürümüştü. Hemen hemen herkes tanırdı onu buralarda. Bir banka oturur, uzun uzun gölü seyrederek kendisine verilen açık çayı yudumlardı. Sonra çay bahçesinin sahibi veya çalışanların biri tarafından kullanılan kayıkla gölde küçük bir gezinti yapar, geri dönerdi. Bazıları için gizemli bir ihtiyar, bazıları için eski bir âşık, yaşlılar için “bizim Hasan Hoca”… Kendisi ise tanışırken daha çok “muallim” unvanını tercih ederdi, Hasan Muallim derdi. Büyük şehirlerden ziyaretine gelen bazı eski dostları ise ona “Esen Muallim” diye hitap ederdi.
Bu sefer onu gölde çay bahçesinde çalışan bir genç gezdirecekti. Patronu tembih etti.
“Motoru çalıştırma, kürek çekeceksin. Amcanın acelesi yok. Yavaş yavaş gidersiniz. Dur dediği yerde durursun, gidelim deyince devam edersin. Karşı sahile kadar gidip döneceksin. Sahile inmenize gerek yok. Sadece gidiş ve dönüş.”
Genç garson bu ilginç ihtiyarla birlikte kayığa bindi. Küreklere asıldı. Hasan muallim hala karşı kıyıyı göremiyordu. Küreklerin suda çıkardığı ses onu çok uzaklara, çocukluğuna, ilk gençliğine götürüyordu. Zihninde bazı flu görüntüler gittikçe canlanıyor, berraklaşıyordu. Gözünün önündeki sis hala açılmamış olsa da zihnindeki sis yavaş yavaş aralanıyordu. Derken hayal meyal karşı kıyıyı da gördü. Ama gözü şimdi başka bir görüntü arıyor, o aradığı silueti bir türlü bulamıyordu.
“Bugün çok sisli hava.” dedi.
Genç:
“Evet, bugünler hep böyle.”
“Karşı kıyıyı görüyor musun?”
“Evet.”
“Peki, gölde bir şey görüyor musun?”
“?”
Genç kürek çekmeyi bıraktı. Gözleriyle çok da büyük olmayan baraj gölünü pırdolay taradı. Kendilerinden başka ne bir kayık vardı gölde, ne de zaman zaman uğrayan su kuşları görünüyordu. Sadece her yerde küçük, durmadan kıpırdaşan dalgalar… İnsan gözlerini dikince oturduğu yerden birden hareket etmeye başladığını sanır ya hani… İşte o dalgalar ve dalgaların süreğen hareketi. Gözlerini ihtiyara çevirdi neden sonra…
“Ne görmem lazım ki?”
“Şimdi tam olarak neresindeyiz gölün?”
Genç tekrar gözlerini bir o kenara, bir bu kenara çevirdi, sonra ihtiyara döndü.
“Neredeyse, tam ortasında.”
“Gölün ortasıyla karşı kenarın ortasında bir servi ağacı vardı.” dedi. “Çok uzun bir ağaçtı. Gölün üzerine iki üç metre çıkıyor olmalı.”
Genç iyice gözlerini kıstı. Ama gölün yüzünde, hatta bırakın ortalarını kenarlara yakın yerlerinde bile herhangi bir ağaç yoktu. Sadece batı tarafında kenarda sazlıklar, doğusunda yine kenarında olmakla beraber dalları suya inen söğütler vardı. Bir de çalıştığı çay bahçesinin olduğu yerde asırlık ulu çınarlar.
Tekrar küreklere asıldı. İhtiyarın söylediği gibi tahminen gitmeye başladı. İşte buralarda bir yerde olmalıydı o servi ama yoktu. Kürekleri çekmeyi bıraktı. İhtiyarın yüzü daha bir kararmış, gözleri sislenmişti.
“Amca, buralarda bir yerde olmalı aradığın ağaç ama yok işte.” dedi.
“Evet, yok.” diyen ihtiyar, sonra “Biraz duralım burada.” diye devam etti.
İhtiyar, çantasından büyücek bir Yasin cüzü bir de okuma gözlüğü çıkardı. Gözündeki kalın camlı gözlüğü çantasından çıkardığı gözlükle değiştirdi. Sonra mırıl mırıl okumaya başladı. Okurken bir ara sesi kırıldı, çatallaştı. Gözlerinden birkaç damla yaş yuvarlandı. Olanlardan bir şey anlamayan genç sesini çıkarmadan, ihtiyarı rahatsız etmekten, yoğun bir hüzün içinde yüzen yolcusunun hayallerini, daldığı düşünceleri ürkütmekten korkar gibi bekliyordu.
Neden sonra yaşlı adam gözlüğünü değiştirdi. Cüzünü çantasına yerleştirdi. Biraz rahatlamış gibiydi.
“Okumanın…” dedi, biraz bekledi, “belki ölülere de faydası vardır, hayır hayır kesin vardır ama sanırım daha çok okuyanları teselli etsin diye.”
Gence baktı. Gözünde sorular vardı ama edep edip sormuyordu. Biraz konuşmak gerektiğini düşündü.
“O ağaç bizim mezarlığın son işaretiydi. Annem, babam, dedeler, nineler hep burada yatıyor.” İhtiyarın gözünden açılmayan sis gencin zihninden açılır gibi oldu. Evet, şimdi birçok şey daha anlamlıydı.
“Bu baraj yapılırken ben dışardaydım. Bizim köy su altında kalacaktı. Evleri boşalttılar. Zaten köyde yaşayan çok az kimse vardı. Yine de bayramda seyranda pek bir şenlenirdi ortalık. Evler boşaltıldıktan sonra, isteyen ölülerini alsın diye haber vermişler. Tek tük alanlar, gittikleri yerlere yakınlarının mezarlarını da taşıyanlar olmuş. O sırada mektep medrese görmüş biri, mevtaları rahatsız etmeyelim demiş. Onların kemikleri zaten toprağın altında. Toprağın üstünde ha su var, ha hava var ne fark eder ki? Sonra duanın nereden olsa muhatabını bulacağını anlatmış.”
Sanki o zaman o konuşanın dediklerine katılıyor mu yoksa katılmıyor mu hala emin değilmiş gibi bir hali vardı ihtiyarın.
“Ben, dedim ya dışardaydım o zaman. Akrabalar söylediler böyleyken böyle diye, ben de nasıl bilirseniz öyle yapın, o dedikleri de doğru dedim. Sonra birkaç yıl daha bu tarafa gelmedim. Ben geldiğimde artık sular yükselmiş, göl dolmuştu. Şehirde ustalık yapan birkaç ilkokul arkadaşımla buluştuk. Hep beraber buraya geldik. Bir kayık bulduk. Birlikte geçmişi yâd ederek, gölde gezdik.
İşte burada bir yerde okulumuz olmalı, burası Baki’nin evi, buradan ilerde Çavuş Dayının bakkalı derken… Mezarlık zaten bir tepenin üzerindeydi. Mezarlığın birkaç servisinin direk gibi suyun üzerinde durduğunu gördük. O an gülüşmelerimiz, şakalaşmalarımız bıçakla kesmiş gibi durdu. İşte artık bu tahmin değildi. Dedemin mezarı tam da şu koca servinin altındaydı, halamınki onun ayakucunda. Diğer yakınlarımın yerini de onlara kıyasla tespit edebilirdim.
İşte gölün yüzüne çıkan birkaç servi bizim bir zamanlar köyün kenarında sandığımız mezarlığı tam da merkeze koymuştu şimdi. Artık mezarlıktan ne kadar uzaklaştığımızı hesaplayarak daha doğru yerlere koyabiliyorduk. Okul buradaydı, bakkal buradaydı, Adem’in evi, Baki’nin evi buradaydı.
Neyse yakışıklı, senin daha fazla kafanı şişirmeyeyim. Şöyle ilerden bir yay çiz de yavaş yavaş dönelim.”
Kayık, dediği gibi ilerden bir yay çizip yavaş yavaş dönerken Hasan Öğretmen de o ilk kez geldiklerinde olduğu gibi çocukluk ve ilk gençlik hatıralarına dönmüştü yine. O ilk ziyaretten sonra ara sıra uğramıştı göle. Son yıllarda ise gelip çay bahçesinde oturması, sonra kayıkla mezarlığın yanına gelip birazcık durması, kıyıya kadar gidip, oradan yay çizerek dönmesi bir rutin haline gelmişti. Geçen onca yılla birlikte ilk ziyarette gördükleri serviler üç iki derken bire düşmüştü ve şimdi artık o tek servi de ata mezarlarının başında bir işaret taşı gibi duran o tek servi de kim bilir hangi sebeple yıkılıp gitmişti.
Kayık çay bahçesinin küçük tahta iskelesine yanaşırken hala aynı şeyi düşünüyordu: “Şimdi gölün o tek işareti de kayboldu diye düşünmem mi daha doğru, yoksa o tek maddi işareti de yok olunca göl bir bütün halinde geçmişimi gösteren bir işarete mi döndü demeliyim?”

Yorumlar

Popüler Yayınlar