Selam Sırfâş!
26 Mart
Nevruz da geldi geçti. Bahar resmen başladı. Bademler çiçeklerini döküyor, çiçek açmış bir iki şeftali gördüm uzaktan. Dün evin yakınında yağmur damlalarıyla süslenmiş sarı karahindibaların resmini çektim. Demir yolunun oradaki kümeslerin başında kuşbazlar güvercinlerini uçurmaya başladılar yine. Dışardaki bahar böyle.
Benim hımbıllığıma pek bir etkisi yok bu baharın yine de. Günler geçiyor ben her gün biraz daha ölüme yaklaşıyorum sadece. Bir dolap beygiri gibi. Öylesine hazin. Aslında geçen gün “dolap beygirini” düşündüm. Kendisi ne işe yaradığının şuurunda olsun veya olmasın işe yarıyor. Su çekiyor, bir bostanın yeşermesine katkıda bulunuyor. Az şey değil bu.
Sabah yürüyüşüne çıkmıştım. Stadyumun çevresinde dört tur. Her tur dört yüz otuz küsur metre, dördüncü veya beşinci kulvardan yürüyorum. Kulvarın değişik yerlerine serpiştirilmiş bir avuç âdem evladı öylece yürüyoruz. Tıpkı dolap beygiri gibi dönüp duruyoruz. Bir fayda umarak yürüyoruz. Her birimiz kendi halimizde, kendi rüyamızda. Aynı dünyada olduğumuzu kim söyleyebilir. Antik filozoflardan biri demiş ki “Eğer uyanıksak ortak bir dünyamız vardır; ancak rüya görüyorsak herkesin dünyası kendine özgüdür.” Bizimki de öyle. Stadyumun çevresinde bir avuç dolap beygiri farklı tempolarda kendi içine gömülmüş yürüyor. Herkes kendi rüyasında ve herkes kendi dünyasında. Peki içimizden bu yürüyüşlerle bir çeşit su çekip bir bostan sulayabilen var mı acaba? Biz beygiriz sonuçta böyle bir iş yapsak bile farkında olmayız ki. Ama sanmıyorum, yoktur diye düşünüyorum nedense. Ne kendime, ne beraber yürüdüğüm insan kardeşlerime öyle güzel bir zanla bakamıyorum işte. Refüjde açan karahindibaları, havada takla atan güvercinleri ve ağaçların arasında uçarken mavi tüylerini izlemekten hoşlandığım bet sesli alakargaları kendimden ve hemcinslerimden daha saygıdeğer buluyorum.
Bugün ne zaman başladığımı bilmediğim iki küçük kitabı bitirdim. Biri Kant adıyla yayılmış bir kitap ama yazarının kim olduğu belli değilmiş aslında. “Öteki Dünyaya Yolculuğumun Sahici Hikayesi” adında minik bir kitapçık bu. Kütüphanede Kant’ın kitaplarını ararken bulabildiğim iki kitaptan biri. Aslında sanırım diğer kitaplarını okuduktan sonra bunu okusam daha iyi olacakmış. Çünkü filozofun ağzından kendi fikirlerine bir eleştiri gibi kurgulanmış. Öldükten sonra Olimpus eteklerinde eski filozoflarla karşılaşıp fikirlerini savunuyor onlara karşı. Bana nedense biraz A’mâk-ı Hayal’i hatırlattı. Ama o kitabı okuyalı belki çeyrek asır olmuştur ve bu yanlış bir değerlendirme olabilir.
Diğeri İmam Gazali’nin “Ey Oğul” adlı küçük risalesi. Bu kitabı daha önce de bir iki defa okumuştum. Bu sefer Arapçasıyla beraber okudum. Karşılıklı sayfalarda basılmış. Önce aslını okuyup, anlamaya çalıştım, sonra çevirisiyle karşılaştırdım. Uzun sürdü haliyle ama sevdim bu tarzı. Bazı yerlerinde ben olsam şöyle çevirirdim böyle derdim diye fikir yürüttüm. Bazı oldukça veciz cümlelerin biraz kuru bir dille çevrildiğini düşündüm. Bazı kelime ve kelime gruplarının iki metinde örtüşmediğini görünce belki de çeviri yapılan nüshayla kitaba konulan nüsha arasında bazı küçük farklar vardır diye düşünmeden edemedim. Sonuçta, Kuran, hadis ve bazı dualar dışında okuduğum ilk Arapça kitap oldu. Bugün aynı seriden bir kitap daha aldım. Yavaş yavaş onu okumaya başlayacağım ve belki bir iki ay sonra o kitapla ilgili notlarımı yazacağım.
Nevruz da geldi geçti. Bahar resmen başladı. Bademler çiçeklerini döküyor, çiçek açmış bir iki şeftali gördüm uzaktan. Dün evin yakınında yağmur damlalarıyla süslenmiş sarı karahindibaların resmini çektim. Demir yolunun oradaki kümeslerin başında kuşbazlar güvercinlerini uçurmaya başladılar yine. Dışardaki bahar böyle.
Benim hımbıllığıma pek bir etkisi yok bu baharın yine de. Günler geçiyor ben her gün biraz daha ölüme yaklaşıyorum sadece. Bir dolap beygiri gibi. Öylesine hazin. Aslında geçen gün “dolap beygirini” düşündüm. Kendisi ne işe yaradığının şuurunda olsun veya olmasın işe yarıyor. Su çekiyor, bir bostanın yeşermesine katkıda bulunuyor. Az şey değil bu.
Sabah yürüyüşüne çıkmıştım. Stadyumun çevresinde dört tur. Her tur dört yüz otuz küsur metre, dördüncü veya beşinci kulvardan yürüyorum. Kulvarın değişik yerlerine serpiştirilmiş bir avuç âdem evladı öylece yürüyoruz. Tıpkı dolap beygiri gibi dönüp duruyoruz. Bir fayda umarak yürüyoruz. Her birimiz kendi halimizde, kendi rüyamızda. Aynı dünyada olduğumuzu kim söyleyebilir. Antik filozoflardan biri demiş ki “Eğer uyanıksak ortak bir dünyamız vardır; ancak rüya görüyorsak herkesin dünyası kendine özgüdür.” Bizimki de öyle. Stadyumun çevresinde bir avuç dolap beygiri farklı tempolarda kendi içine gömülmüş yürüyor. Herkes kendi rüyasında ve herkes kendi dünyasında. Peki içimizden bu yürüyüşlerle bir çeşit su çekip bir bostan sulayabilen var mı acaba? Biz beygiriz sonuçta böyle bir iş yapsak bile farkında olmayız ki. Ama sanmıyorum, yoktur diye düşünüyorum nedense. Ne kendime, ne beraber yürüdüğüm insan kardeşlerime öyle güzel bir zanla bakamıyorum işte. Refüjde açan karahindibaları, havada takla atan güvercinleri ve ağaçların arasında uçarken mavi tüylerini izlemekten hoşlandığım bet sesli alakargaları kendimden ve hemcinslerimden daha saygıdeğer buluyorum.
Bugün ne zaman başladığımı bilmediğim iki küçük kitabı bitirdim. Biri Kant adıyla yayılmış bir kitap ama yazarının kim olduğu belli değilmiş aslında. “Öteki Dünyaya Yolculuğumun Sahici Hikayesi” adında minik bir kitapçık bu. Kütüphanede Kant’ın kitaplarını ararken bulabildiğim iki kitaptan biri. Aslında sanırım diğer kitaplarını okuduktan sonra bunu okusam daha iyi olacakmış. Çünkü filozofun ağzından kendi fikirlerine bir eleştiri gibi kurgulanmış. Öldükten sonra Olimpus eteklerinde eski filozoflarla karşılaşıp fikirlerini savunuyor onlara karşı. Bana nedense biraz A’mâk-ı Hayal’i hatırlattı. Ama o kitabı okuyalı belki çeyrek asır olmuştur ve bu yanlış bir değerlendirme olabilir.
Diğeri İmam Gazali’nin “Ey Oğul” adlı küçük risalesi. Bu kitabı daha önce de bir iki defa okumuştum. Bu sefer Arapçasıyla beraber okudum. Karşılıklı sayfalarda basılmış. Önce aslını okuyup, anlamaya çalıştım, sonra çevirisiyle karşılaştırdım. Uzun sürdü haliyle ama sevdim bu tarzı. Bazı yerlerinde ben olsam şöyle çevirirdim böyle derdim diye fikir yürüttüm. Bazı oldukça veciz cümlelerin biraz kuru bir dille çevrildiğini düşündüm. Bazı kelime ve kelime gruplarının iki metinde örtüşmediğini görünce belki de çeviri yapılan nüshayla kitaba konulan nüsha arasında bazı küçük farklar vardır diye düşünmeden edemedim. Sonuçta, Kuran, hadis ve bazı dualar dışında okuduğum ilk Arapça kitap oldu. Bugün aynı seriden bir kitap daha aldım. Yavaş yavaş onu okumaya başlayacağım ve belki bir iki ay sonra o kitapla ilgili notlarımı yazacağım.
Yorumlar
Yorum Gönder