Batıp gidenleri sevmem...
(Kaybolan güzellikler ve batmayan sevgili beyanında dört kareden ve bu dört kareyi yorumlayan beşinci kareden ibarettir.)
Göğün bir yerinden, bulutların arasından yerin bir yerine ulu ulu ağaçların arasına renkten bir tak kurulmuş. Beyaz bulutların, mavi göğün içinde elvan elvan gülümsüyor. Ben, diyor, ben buradayım işte. Ne güzellik, diyor yerdeki bir yeni yetme. Ne güzel. Gidip yakından görsem bu güzelliği. Ne güzel olur. Renklerle yıkasam saçlarımı... Ne güzel olur.
Koşuyor, koşuyor... Hemen şu ilerdeki tepelerin üstündeydi hani. Şimdi bir diğer tepede. Şimdi de ağaçların arasındaydı işte. Ya şimdi nerede?!
Koştum koştum, bittim. Renkler silikleşti, renkler tüller ardında şimdi ve renkler yok oldu.
Benim gücüm takatim bitti. Onun gözünde fer, dizinde derman kalmadı. Ya o renkler nasıl sırra kadem bastılar, hangi masal eşiğini aştılar gözle kaş arasında?!
Şaşkınlıkla bakınırken sağına soluna küçük bir yağmur damlası konuştu onunla. Daha önceleri nice kez dönmüş durmuştu yerde gökte. Yine yollardaydı hep olduğu gibi.
Ağlama küçük, dedi. Renkleri alamadım diye ağlama. İşte o gördüğün kırmızı şu az ötedeki gelinciğe sinmiş. O yeşili almak istediysen ille, tutunduğum yaprağı al. Kalbime inşirah geldi. Çocuk yorgunluğunu unuttu. Göğe baktı. Bulutlar açılmış, gök pırıl pırıldı. Eleğimsağma yoktu artık, ama paletindeki bütün boyaları çiylerle yaldızlanmış gümüş otlağın üstüne döküp gitmişti. Dün gece de bu otlaktan geçmiş, ama hiçbir renk görememişti. Güneş başını okşuyordu. Güneş otlaktaki her çiçeğin, çayırların, otların da başını okşuyordu. Bütün renkler onun sofrasından mıydı acaba? Demin kendisiyle konuşan damlacık kayıp bir su birikintisine düştü. Oraya baktı, kendi sarı saçlarını, mavi gözlerini gördü. Elindeki kırmızı gelinciğe baktı.
Evet, güneşin altında saçını eleğimsağmanın renkleriyle yıkayabilmişti işte.
***
Sonra bir başka çocuk gördüm. Elinde uçurtması, babasının elini tutmuştu. Oturdular bir yamaca, yamaç denize bakıyordu. Çocuk göğe bakıyordu. Birçok uçurtma vardı gökte. Birbiriyle yarışıyorlardı. Çocuğun gözü yukarılardaydı. Başında kavak yelleri, gönlü uçurtmalarla yarışıyordu. Ama en yukarda değildi uçurtması. Her uçurtmanın üstünde bir başka uçurtma, en yukarıdakinin üstünden uçan bir kuş vardı. Silueti görünüyor, gölgesi gönle düşüyordu. Babanın gönlü, kuşu gördü, ufaklığın gönlünü gördü, kuşun gölgesine takıldı. Uçurtmalar birbirine takıldı sonra. Çocuğun gönlü kuşun gölgesine, bir damla gözyaşı babasının eline düştü, babası “Bırak gitsin” dedi. “Gelecek hafta daha güzelini yaparız.” Nasıl olsa her güzelin daha güzeli vardı. Her uçurtmanın üstünde bir başka uçurtma vardı...
***
Bir başka çocuğun balonlara takılmıştı gözü. Kocaman kocaman balonlar, her biri başka alımlı. Omuz omuza duruyorlar, daha yukarı gitmelerine engel olsa da genç satıcıya tepeden bakıyorlardı biraz. Annesi küçük kıza hangisini beğendiğini sordu. Kız ortalardan birini gösterdi. Yeşildi balon. Aldı eline, beş on adım yürüdü. Sonra annesine baktı. Annesi gülümsüyordu. Annesinin gülümseyen gözleri balondan daha güzel, yeşili daha sıcaktı. Balonu bıraktı. Annesine sarıldı...
***
Ve geçen yıllardan bir yaz akşamı geldi aklıma. O akşamdan bir görüntü geldi. Yürüyordum tek başıma, hafif bir rüzgâr vardı. Bir grup delikanlı gidiyordu önümden. Güle oynaya gidiyorlardı. Biri durdu:
- Aaa, dedi, havai fişeklere bakın.
- Yine düğün olmalı, dedi biri.
Bir diğeri:
- Şu yağmur damlası gibi olan benim olsun, dedi.
Ötekiler de seçmeye başladılar hemen:
- Şu gül gibi açan benim olsun.
- Şu en yükseğe çıkan benim olsun.
“Şu benim olsun, şu benim olsun...” daha paylaşma bitmeden, yanıp bitti havai fişekler. Bir an daha baktılar gökyüzüne, sonra devam ettiler yollarına. Bu ne hikmetti? Bu yanıp sönenler, hayalleri miydi, ümitleri miydi, yoksa ömürleri miydi bilemedim. Ben de gittim yoluma...
***
Bütün bu çocukları gördüm bir kır gezisinde, yazdım içime, havai fişekleri paylaşan gençleri hatırladım, onları da çocukların yanına yerleştirdim. Bütün bu görüntüleri içime alıp gidiyordum akşamıma. Gün batımı vakti deyin siz. Güneş bir iki çam boyu var yok gözün yettiği yerde. Aşkla boyalı bir yürekti sanki. Paylaşılmayı bekliyordu sanki doymuştu gördükleriyle. Bildikleriyle dolmuştu. Orada, asırlık ama bodur ardıcın yanında bir ak sakallı koca gördüm. O da benim göçebe gönlüm gibi derviş-meşrep olmalıydı. Torbasını gökkuşağıyla, matarasını çiyle doldurmuştu. Batmak üzere olan, yolculuğunu tamamlamanın arzusuyla kızaran güneşin bir suretini batmamacasına yüzüne çekmişti sanki. Elinde bir tomar papirüs vardı. Günün eğik ışıklarıyla şavkıdı. Üstünde “on yedi” sayısını ve “söz” sözünü görebildim.
- Medet, dedem, dedim. Yorumla gündüz gözüyle gördüğüm düşlerimi, düşünüşlerimi.
Gülümsedi.
Sanki gök ışıdı.
Sanki çiy taneleriyle yundu kalbim.
Oralardan bir yerlerden,
dersin bir kuş olup,
pır pır edip
inşirah
geldi,
kondu kalbime.
- Güzel değil, dedi, batan, giden, terk eden bir sevgili. Çünkü elinden gelmiyorsa gitmeyebilmek, o gerçek güzel olamaz. Kalp, ki hiçbir güneşin ışığına muhtaç olmayan gerçek güzelin aynasıdır ve ufukların da gözünün yetmediği gözyetimler gözyetimi o büyüklük aşkı için yaratılmıştır, terk eden, giden, gitmeyebilemeyen sevgiliyi sevmek için kullanamazsın onu, ve zaten o kendini kullandırmaz da...
(Aysona'dan)
Yorumlar
Yorum Gönder