“Halkara” Telefon Kabini
“HALKARA” TELEFON KABİNİ
Cananla konuşmak öyle kolay değilmiş. Doğru, belki olmamalıdır da. Yoksa ne ehemmiyeti kalırdı değil mi? Haklısınız, bu çağ, masallar çağı değil ve kimse kimseden dağları delmesini filan isteyecek de değil. Ama yine de öyle kolayca ulaşmak olmaz. Söyledim fikrimi değil mi efendim, olmamalıdır da. Ama bu kadarı da... Bilmem ki ne demeliyim? Ne diyebilirim…
Efendim, yanlış anlamayın âşık usandıracak nazları olduğundan değil cananın. Öyle ağabeylerinden filan korkup telefona çıkmıyor da değil. Problem o taraftan değil anlayacağınız. Hatlardan. Hain hatlar benim cananımla konuşacağım üç beş ağız hoş kelamı çok görüyorlar.
Anlayacağınız taşradayım efendim. Geçen yıl payitahttaydım ama şimdi taşradayım. Daha bu sabah günlüğüme yazdığım gibi, yıl 99, Batı Türkistan’da bir cumhuriyet. Bu arada bizim bacıyla enişte bir güzel dalga geçtiler benimle? Neymiş, geçen yıl onlara yazdığım bir mektupta diyesiymişim ki “İnsanımızı gerçekten tanımak istiyorsanız ‘laakal’ altı ay taşrada çalışmanız gerekirdi zaten, boşuna tayinimiz Orta Anadolu’ya çıktı, İstanbul’dan uzaklaştık diye gam çekmeyesiniz.” Şimdi onları bu minval üzere teselli etmeye çalıştık da kötü mü ettik. Hem ben şu an bile onu bilir, onu söylerim. Taşradan tanıyabiliriz insanımızı, taşrada severiz gerçek manasıyla. Diyeceğim o değil. Taşranın insanlarıyla da problemim yok zaten. Ama, ah bu hatlar yok mu... Her akşam oturursun telefonun başına saatlerce çevir babam çevir, bir türlü düşmez. Olmadı postaneyi ararsın. Postanedeki bayan kibar bir Rusçayla cevap verir. “Çıkamıyoruz, affedin, hatlarda sorun var” ya da “Şehre çıkamıyoruz efendim hatlar dolu.”
“Bunun başka yolu yok mu yahu?” demeye başladığınızı duyuyor gibiyim. Eşe dosta sordum, varmış. “Hiç olmaz olur mu? Başkente git, oradan daha kolay düşüyor,” dediler. Ben de asıl sözü döndürüp dolaştırmadan oraya getirmeye çalışıyorum ya bakmayın. İşin gücün arasında boş bir gün aradım önce. Bulamadım tabii. Boş günü kim kaybetmiş de biz bulacağız? Canıma tak edince, ‘işinin de gücünün de...’ dedim. Ver elini payitaht, neredesin postane? Postane biraz farklıdır burada. PTT değildir yani. Telefon başka bir idaredir. Olsun. Ne sakıncası var. Bizim “marşrutkaların” son durağına yakınmış telefon edilen yer. Güzelce bir yoldan da gidiliyor hani. Trafiğe kapalı bir cadde. İki yanda büyük çınarlar, kitap satılan sergiler. Laf buraya gelmişken bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Biliyorum çok dağıtıyorum ama ne yapayım söylemezsem içimde kalacak. Bu sahaf tezgahlarında birçok konuşma kılavuzu, sözlük oluyor, fazla edebi eser bulunmuyor. O kadar enteresan dillerde olanlar var ki bu konuşma kılavuzları arasında, şaşarsınız. Kim alır, kime lazım olur bilmem. Mesela Peştuca-Rusça, İspanyolca, Felemenkçe, Buluçça, Tacikçe... Bir seferinde de Darice-Rusça sözlük gördüm. Kaç kişiye sordum bu Darice nasıl bir dildir, kim konuşur, nerede konuşulur? Bilen çıkmadı. Sonunda bunun da Farsça’nın bir lehçesi olduğunu öğrendim.
Ama boş verelim kitapları, ben telefon meselesini anlatıyorum şu an. İşte o yoldan biraz yürüyüp sağa döndün mü telefon edilen binaya geliyorsun. Kapıdan giriyorum kocaman bir salon. “L” biçimindeki salonun “L”nin içini gösteren cepheleri pencere. Diğer cephelerden “L”nin kısa ayağını göstereninde görevlilerin oturduğu kürsüler diğer ayakta kabinler var. Ben köşedeki en uç masaya baş vurmalıydım arkadaşın tarifine göre. Vurdum.
Küçük bir kağıda aramak istediğin şehri, kodunu, telefon numarasını ve kaç dakika görüşmek istediğini yazmalısın demişti. Yazdım. Görüşme ücretini ödemeli. Ödedim. Görevli bayan, birinci kabine gitmemi söyledi. Gittim. “Ahizeyi kaldır!” diye bağırdı az sonra. Kaldırdım. -Aslında o bağırmadan kaldırmalıymışım, sevgili dostum bu ayrıntıyı söylemeyi unutmuş.- Ve beklemeye başladım.
...Bu bir kabin değildi dostlar, bir âlemdi. Her taraf yazılarla doluydu. Tıpkı Faruk Nafiz’in Orta Anadolu’ya giderken konakladığı hanların duvarları gibi. Belki ifadeler o kadar zengin değil edebi açıdan ama daha çeşitli, daha “halkara”. Duvarlar çeşit çeşit alfabelerde yazılmış değişik notlarla dolu. Bir duvarda mesela “Çorumlu” mu yazıyor, hemen altında Farsça bir ibare. Birkaç isim, telefon numarası. Talik harflerle, tükenmez kalemle yazılmış. Biraz sağında İngilizce bir ibare “Ben Pakistan’ı ve Aşkabat’ı çok seviyorum,” diyor. Diğer duvarda Gürcü alfabesiyle özenilerek yazılmış “Tbilisi” sözü oval muammalar gibi duruyor. Hani siz baksanız bunun bir şehir adı olacağını tahmin edemezsiniz. Bir kız ismi falan sanırsınız. Belki o biçim aşkla seviyordur bu Gürcü delikanlı -ya da genç kız, elbette ihtiyar da olabilir- şehrini. Erivan yazıyor bir köşede kril harfleriyle ve Ermeni harfleriyle bir şeyler daha, yazık Ermenice okuyamıyorum. Az ötedeki Hint harflerini de okuyamıyorum. Sadece Hint harfi olduklarını biliyorum. Bu belki daha ilginç, istediğim gibi düşünebilirim. Telefonun çalmasını bekliyorum bir taraftan, bir taraftan da diğer duvarlara bakıyorum. Benden önce kimler gelmiş, kimler geçmiş bu kabinden onu düşünüyorum. En renkli ifadeler bizim vatandaşlarda. Diğerlerinde daha çok isim, şehir adı ve “seviyorum”lu ifadelerle sınırlı yazılanlar. Gerçi bir Pakistanlı kardeşimiz siyasi şeyler yazmış Keşmir hakkında. Bir Afgan, taliban hakkında pek de olumlu olmayan düşüncelerini kaydedivermiş tarihin bir köşesinde bir kabin duvarına. Bizimkiler ise “şafak” demişler daha çok. Şafak 25, 38, 112... gel şu kadar gün gel. Ve kabindeki tek bayrak figürü de üç hilalli bayrak. Çevresindeki notlara bakınca onun da Orta Anadolulu bir inşaat işçisinin eseri olduğunu tahmin ediyorum.
Telefon çalmaya başlıyor bu arada. O kadar haftadan sonra, o kadar beklemeden sonra demek canan şimdi hattın diğer ucunda. Sesini duysam hasta gönlüme derman olur mu ki? Dağınık belleğimi teselli edecek sözler işitebilir miyim, kalbimin o biçim atışları yatışır m? Bir, iki, üç... Açan yok. Açan yok. Altı, yedi, sekiz... Ahize kaldırılıyor. “Alo!” diyorum. “Alo!” Bu ses biraz önce konuştuğum memurenin sesi. Buradaki herkes gibi “l”yi hiç inceltmeden söylüyor alo derken.
“Türkiye cevap vermiyor,” diyor, “iptal edelim mi?”
“Hayır, bir daha deneyin lütfen.”
Bir daha deniyor. Sonra bir daha. Cevap yok.
“Ah Canan. Neredesin?”
“Neyse”, diyorum, “iptal edin, birazdan tekrar ararım.”
Dostlarımı ziyaret ediyorum. Dostlarım aslanlar gibidir. Hoş beş ediyoruz. Rica ediyorum, “Telefonunuzu kullanabilir miyim?”
“Tabii, neden olmasın...”
“Gerek yok, rahatsız olmayın canım ne lüzumu var,” dedimse de odayı boşaltıyorlar üstelik. Ah ne anlayışlıdır onlar. Ne kibardırlar.
Bu sefer kendim çeviriyorum numaraları. Önce Türkiye’nin kodunu çevirmeden telefon numarasını çeviriyorum, sonra şehir kodunu unutuyorum. En son bütün rakamlara teker teker basıyorum. Telefonun sesini işitiyorum. Bir, iki, üç... açan yok. Altı, yedi, sekiz... açan yok. Ne kadar kötü bir durum. Ne yapayım, ben de arayamadığım başka numaraları arıyorum. Üç dört telefon. Nasılım, iyi miyim, açıklıyorum. Sonra yine deniyorum. Yazık, yine kimse açmıyor telefonu. Arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Oradan ayrılıyorum. Biraz sağda solda dolaşmak, biraz alışveriş ve sevgili taşrama dönmeden önce bir daha diyorum. Neden bir daha denemeyeyim şansımı.
Deniyorum. Tekrar aynı yoldan aynı binaya giriyorum. Masanın başında kısa süre eğleşiyorum. Tekrar üstünde “mejdunarodnıy” yazan kabinlerden birine giriyorum. Sanırım bu sefer dördüncü kabin. Ve kendini bu sıkıntı anında kabin yazılarının çağrıştırdığı hayallerin bulutsu yumuşaklığına bırakıyorum.
Dört yanımda yazılar, yazılar... Bir köşede biri bir isim yazmış mesela. Mavi tükenmezle üstünden geçe geçe kalınlaştırmış harfleri. Güzel bir yazı. Demek beklerken yazmış. Şu an benim yaptığım gibi, bekliyormuş anlaşılan. “Bayramgeldi” yazıyor. Kim bilir bu hangi Bayram’dır. Hangi bayramda gelmiş, ailesi için nasıl bayram olmuştur. Bu ismi Bayramgeldi kendisi yazdıysa buraya, kimi arıyordu acaba.
Belki bu arkadaş bir öğrenciydi. Türkiye’de okuyordu. Nedense bu ihtimal aklıma geldikten sonra, doğru imiş gibi, mutlaka öyleymiş gibi bir duyguya kapıldım. Bu Bayram okuyordu. Okuyordu okumasına da okuyan bir tek o değildi. Ayrılık da okuyordu. Canına. Bayram’ın iple çektiği, gelmesiyle bayram ettiği günler vardı. Köyünden benim bindiğin külüstürün bir benzeri onu alıp geliyordu. Onu alıp geliyor, uçuruyordu. Bulutlar üzerinde geziyordu. Cananla konuşurdu. Cananla konuşacaktı. Hani ne demişti Yahya Kemal üstadımız, canan aralarında bir adıydı, değil mi? Erenköy’ü bilirsiniz şüphesiz. Aşinalıklar, kısacık selamlaşmalar zamanla derin aşklara dönüşü dönüşüvermez miydi hani? Bayram Erenköy’de otururdu. Önce Üsküdar’da oturmuştu. Yani oradaki öğrenci yurdunda kalmıştı. Sonra arkadaşlarıyla bir evin bodrum katını tutmuşlardı Erenköy’de. Paraları ona yetmişti. Birlikte İçerenköy-Kadıköy otobüsüne bindikleri bir kızla önce gülümseşmişler, sonra fısıltıyla selamlaşmışlar ve bir gün aşinalık umarsız bir aşka dönüşüvermişti. Yazık kız razıydı evliliğe de kızın ailesine gidip durumu anlatacak bir büyük bulamamıştı Bayramgeldi. Ne yapsındı. Eli koynunda tatile gitmişti yazın. Gelecek sene son sınıfı okuyacaklardı. Güz gelecekti. Bir dahaki yaza Allah kerimdi. İşte şimdi de yazın telefon ediyordu. Uzun uzun tellerin arkasından cananın sesini duymak için burada telefonun düşmesini bekliyordu. Bu telefon denilen şey bir çeşit zardı. Şansa bakardı. Ya düşerdi ya düşmezdi. Bazen üst üste birkaç defa hemen düştüğü olurdu ki, bu bir çeşit ne bileyim lütuf gibi bir şeydi.
Bu hikayeyi çok akla yakın bulmadım derken. Niçin Bayram böyle bir bekleyiş anında kendi adını yazsın ki? Ne diyordu büyük büyük üstadımız Fuzuli; “Canı kim cananı için sevse cananın sever / Her kim ki canı için cananın sever canın sever.” Yani böyle bir anda konuşanın aklı kendinden çok, uzak telefon tellerinin diğer ucunda beklemesi gereken her kimse onunla meşgul olmalı değil miydi?
Öyleyse, şöyleydi. Olabilirdi. ‘Neden olmasın’dı. Bizim Bayram o an Türkiye’deydi. İstanbul’da. Bu yine o aynı Bayram. Lise sıralarından tanıdığı canan onu arıyordu ara sıra. Araya giren uzaklıklar; hoşlanmayı sevgiye, sevgiyi aşka dönüştürmüştü belki. Bayram da hissiz değildi elbette. Ama cananı “canan”ın aralarında bir adı olduğunu bilmiyordu. O, İstanbul Türkçesi bilmezdi ve Yahya Kemal’in adını bile duymamıştı. İkisinin de kalbinde bir yıl sonrası için büyüyen hayaller vardı. O sıcak hayallerle içlerini ısıtıyorlardı. Buz kalabalıklara ancak böyle katlanabileceklerini düşünüyorlardı...
Düşünüyorlardı mı dedim? Ne düşünmesi canım bunların hepsini ben düşünüyordum. Telefon çaldı. Karşıdaki oydu. Daha önce birkaç defa söylediği sözleri tekrar eden kadın görevli. “O kadar aradım yine cevap yok,” diyordu, “iptal edelim mi artık?”
“Edin,” dedim, “edin, ne yapalım.”
Araya giren uzaklıklara kızamıyordum. Canana zaten kızılmazdı. Görevli bayan elinden geleni yapmıştı, ancak teşekkür edilebilirdi ona. “Neyse...” dedim. Yine, tekrar, her zamanki gibi. Neyse...
Elimde kalemim yoktu. Defterim yoktu. Olsa kabin yazılarını not etmek isterdim defterime. Not alabilseydim belki şimdi oturur, diğer yazılara hikayeler uydururdum. Kendim de bir şeyler yazmak isterdim belki. Yazamadım. Duvarları karalamak ne kadar etik tartışılır belki ama olsun. Yazabilseydim ne mi yazardım?
Sanırım, “bu da geçer” yazardım. Tatlı, yumuşak bir sülüsle yazardım. Aradaki boşluklara küçük martıcıklar, ‘ra’nın üstüne bir yerlere anlamsız şirin bir mim kondururdum. Ben aslında rik’ayı tercih ederim. Bunu, yani sülüsle yazmayı, sadece ‘kef, çim ve ra’nın sülüste kefin belindeki tatlı kıvrımla birleşmesi hoşuma gittiği için yapardım.
Uzaklıklar bize bükülmeyi mi öğretiyor acaba? Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm feleğin çemberinden bir yerlerden geçerek mi ulaşabiliriz ulaşılacak yerlere?
Ne bileyim? Bilmiyorum.
Neyse... Bu da geçer…
Kardeş Kalemler, Şubat 2024
Yorumlar
Yorum Gönder