Bütün İş Yürekte
Ölüm hayatın en büyük gerçeği belki, hayatı anlamlandıran, hayat hakkında düşünmemize neden olan büyük gerçek. Hayat nedir, yaşamak nedir, ömür nedir? İnsan ne için yaşamalı ve ömrünü nasıl harcamalı, neye harcamalı? Bu soruların cevabı “Hayat nedir?” sorusuna verdiğimiz cevap kadar, hatta ondan daha fazla “Ölüm nedir?” sorusuna verdiğimiz cevapla da ilgili.
Bu sorularla yeniden yüzleşmek zorunda
kalmamın nedeni yakınlarda çok sevdiğim, değer verdiğim bir yakınımla
vedalaşmak zorunda kalmam oldu. Gerçi son yıllarda sık sık akraba ölümleriyle
yüzleşiyordum. Ama bu sefer farklıydı. Görece genç ve beklenmedik bir veda.
Seyfi Abi vefat etti, bir ay geçti üzerinden.
Vefatından birkaç gün önce aramıştı. Şimdi baktım 28 Ekimde konuşmuşuz, yedi
dakika sürmüş. Kızı Elif Ayşe’nin dediğine göre birçok arkadaşını, akrabasını
aramış son birkaç gününde. Farkında olmadan veya bir şekilde sezerek herkesle
vedalaşmış sanki.
Çocukluğumda örnek aldığım, gözümde
büyüttüğüm, idealleştirdiğim bir gençti Seyfi Abi. Bayramda seyranda,
tatillerde köye gelse bize de uğrardı mutlaka. Herkesin konuştuğu günlük
işlerden başka büyük “meseleler” de gündeminde
olurdu hep. Vatan, millet, insanlık konularından bahis açardı. Kitap okurdu,
kitaptan konuşurdu. Öyle idealist biri, “büyük meselelere” kafayı takan,
yaşlılarla, gençlerle, çocuklarla o konuları konuşan pek fazla değildi
çevremizde. Saygı gösterdiğimiz, saygı gören bir “ülkücü ağabey”di Seyfi Akbaş.
Bu cümledeki “ülkücü” sözcüğünü daha çok
sözlük anlamıyla kullanıyorum. Yazı boyunca da öyle yapacağım. Ama söz konusu
Seyfi Abi, özellikle de genç Seyfi Abi olduğunda sözcüğün ikincil ve yaygın
anlamı da doğruydu. Peki, nasıl bir adamdı genç Seyfi Akbaş? Şiir okurdu bir
kere; marşlar, kahramanlık şiirleri olurdu bunlar çoğunlukla. Düğünlerde tek
başına ortaya çıkar, iki eline aldığı kocaman bıçakları şakırdatarak Köroğlu
oynardı. Tertemiz tıraş olur, saçını tarar, jilet gibi ütülü takımlar giyerdi.
Bir atkısı olurdu mevsim müsaitse. Liseyi bitirdikten sonra dudaklarının
kenarından aşağı sarkan bir bıyık eklendi bu görüntüye.
Sadece benim değil, yaşı kendine yakın olanlar
dahil akrabaların, köylülerin sevdiği, örnek aldığı, en azından takdir ettiği,
saygı duyduğu bir adamdı.
O zamanlar seyrek görüşürdük ama birbirimizi
severdik. Okula ara verdi liseden sonra, sanırım ilkokuldan sonra da ara
vermişti. Tuhaf bir durum ama okul söz konusu olunca nasıl olduysa koca Seyfi
Abimi bir yerde sollamışım işte. Ben üniversiteyi bitirdiğimde o hâlâ
Trabzon’da öğrenciydi. Öğrenci olsa da havası yerindeydi tabi. İlk uzun
yolculuğuma çıkıyordum. Ona uğradım. Bir spor çanta, biraz üstbaş, havlu falan
aldık beraber. Ben o yolculuk için külüstür bir otobüse binerken de yanımdaydı
sanırım. Döndüm geldim bir süre sonra, hâlâ oradaydı. Akçaabat’a götürdü beni
dönüşte, köfte ısmarladı. Gerçi o öğrenciydi ben öğretmen ama yine o ısmarladı.
Dedim ya öğrenci de olsa havalıydı, abiydi. Sonra İstanbul otobüsüne de o mu
bindirdi hatırlamıyorum, sanırım öyledir.
Yedi dakikalık son konuşmamızda Elif Ayşe de
vardı yanında, sohbete katıldı bir ara. Yeni aktifleştirdiğim youtube
kanalından söz açtılar. Elif Ayşe iltifat etti. “Çok güzel şiir okuyorsun,”
dedi. Sonra bir de istek yaptı, “Benim için ‘Tahir ile Zühre Meselesi’ni okur
musun, Nazım Hikmet’ten?”
O an için “evet” dedim ama aslında ben öyle
meşhur şiirler okumuyordum ki. İki şiir okumuştum, ikisi de kendi şiirimdi. Ha,
bir de tasavvufi divanlardan bazı şiirler, dizeler okuyor, bazen okuduğum
şiirle, dizeyle ilgili bir şeyler söylüyordum.
Araya ölüm girdi sonra. Çok acı bir veda. Bir
güz günü, uçuşan sonbahar yapraklarıyla birlikte yere düştü abimiz. Göldağ’ın
güney yamacındaki bir köy mezarlığında bir çam ağacının altında yatıyor şimdi.
Elif Ayşe’ye söz vermiştim, “Tahir ile Zühre
Meselesi”ni okumalıydım. Ama ben kim, şiir okumak kim? Kardeşlerim, çocuklarım
pek beğenmezler şiir okuyuşumu, yine okurum aile içi şiir gecelerinde ayrı
mesele. Sonra şöyle düşündüm. Evet, güzel şiir okuyan ses sanatçıları,
tiyatrocular gibi şiirler okuyup kanalıma koymak belki görgüsüzlük olur ama bir
edebiyat öğretmeni gibi okuyabilirim pekala. Gerçi Ahmet Haşim’in meslek icabı
şiiri irdeleyerek, açıklamalar yaparak okumamı pek hoş görmediğini, şakımalarıyla
yıldızlı gökleri süsleyen kuşu bir lokma eti için öldürmeye benzettiğini
bilmiyor değilim ama ne yapayım. Ben anlamı biraz araştırdım diye ses uçup
gitmiyor ya metinden.
*
Elif Ayşe’nin okumamı istediği şiiri lise
öğretmenliği yaptığım zamanlar bazı öğrencilerimin de çok sevdiğini
hatırlıyorum. Ama nedense benim en sevdiğim Nazım Hikmet şiirleri listemde ilk
üçe beşe girmiyordu “Tahir ile Zühre Meselesi”. Şiiri farklı zamanlarda birkaç
kez tekrar okudum bu arada. okurken düşündüm. Neden benim listemde yok
gençlerin çok sevdiği bu şiir?
“Tahir
olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte
yani yürekte.”
Tahir ile Zühre halk hikayelerinin meşhur
âşıklarından bir çift. Hikayeleri diğerlerine benziyor. Daha onlar doğmadan
birbirine yazgılı iki âşık, araya giren kötü niyetli insanlar ve yanyana iki
mezar. Nazım Hikmet’in halk edebiyatıyla ilgisi herkesin malumu. Şiirlerinde
halk edebiyatının sesinden yararlandığı gibi konularından, kahramanlarından da
yararlanır sıkça. Bu şiir de onlardan biri.
Ayrıca, Nazım Hikmet edebiyatımızın en ülkücü
şairlerinden biridir ve bu şiirinde de konu toplumcu ülkücülükten başka bir şey
değil aslında. Fuzuli’nin daha önce birçok kez işlenmiş Leyla ile Mecnun’u
mecazi aşktan hakiki aşka, Allah aşkına geçişin anlatısı olarak yeniden ele
aldığı gibi Nazım da halk edebiyatı kahramanlarının aşkını yeniden
değerlendiriyor.
Genelgeçer anlamıyla bir aşk şiiri değil artık
bu; sevda dediği aşka özgeci, toplumcu bir anlam katmanı ekliyor şair.
Evet, bir sevda uğruna ölmek ayıp değildir,
ama bu sevda bir insan teki için değil toplumun iyiliği içinse, bütün bir
insanlığın hayrı içinse, işte o gerçekten önünde saygıyla eğilmemiz gereken bir
sevdadır. Buraya kadar kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum, benim de bir
itirazım, bir “ama”m, “fakat”ım yok şaire.
Acaba ülkücülüğünü, özgeciliğini, yani
düşünceyi böyle açık seçik gözüme soktuğu için mi benim listemde değildi bu
şiir diye düşündüm ama o da değil. Öyle olsa savunduğu düşünce farklı olmayan
“Kerem Gibi” en sevdiğim Nazım Hikmet şiirlerinden biri olur muydu?
“Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa…”
Bu şiirde de bir halk hikayesi kahramanı söz konusu
üstelik. Aşkına kavuşamayınca, içinin yangını dışına çıkan ve cayır cayır yanan
Kerem’e benzetmişler lirik anlatıcıyı. Yine aynı ülkücülük, aynı özgecilik.
Toplum için kendini feda etmeye çağrılan bireyler, gruplar.
Sanırım fark “Kerem Gibi”de bu fedakarlığın nasıl
yapılacağı mübhem bırakılırken “Tahir ile Zühre Meselesi”nde şairin teklif
ettiği diğerkamlığı somut örneklerle izah etmeye çalışması. Özünde tezli şiir
olduğunu bilsek bile, fazla açıklama iyi değildir şiirde.
Nazım Hikmet tezini üç örnek üzerinden açıklıyor bu şiirde:
“Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?”
İlk örnekte bir partizan, bir gerilla var, devrim mi
yapıyorlar, bir iç savaş mı neyse orada savaşıyorlar ve barikatta dövüşürken
ölüyor. Davası için silahlı mücadele ve dava şehidi olan bir devrimci, ülkücü.
Şiir sanırım 1949’da yazılmış, o zamanlar insanlarda
heyecan uyandıran bir manzaradır belki bu ama ben bugün uzaktan bakınca çok
acıyorum o genç partizanlara. Hele Svetlana Aleksiyeviç’in “İkinci El Zaman”ını
ve benzer metinleri okumuş bir 21. asır insanı olarak bakınca.
İkinci örnekte keşif yolculuğunda ölen kaşif var. Bu
keşfin insanlığa katkısı olacağını, bilimi geliştireceğini düşünüp böyle bir
ülkü için hayatını feda etmeyi yüceltmiş olmalı şair. Nedense ona da acırım,
saygı duyar mıyım bilmem. Coğrafi keşiflerin insanlığa daha çok mutluluk mu acı
mı getirdiği konusunda şüphelerim var çünkü.
Gelelim üçüncü örneğe; bir serum geliştiren bilim insanı,
denek olarak başka birini kullanamayacağı için kendi üzerinde deniyor ilacı,
riskli olduğunu biliyor ama bile isteye bu fedakarlığı yapıyor. Bahane
bulamadım bu sefer. Helal olsun. O serumu birilerinin ele geçirip kötü amaçla
kullanmamalarını temenni etmekten alamıyorum yine kendimi.
Belki bu dizelerin hepsinin somut örnekleri vardır. İlki
zaten binlercedir de, ikinci ve üçüncü örnekler de gazete haberlerinden,
kitaplardan alınmış olmalı.
Yine de 19. 20. asır insanlarını heyecanlandıran
rasyonalizme, pozitivizme pek saygı duyamıyorum nedense. Bilimin
heyecanlandırdığı ülkücü şairlerimize, mesela Tevfik Fikret’e, Nazım’a elbette
saygı duyuyorum. Ama kendilerini bir illüzyona kaptırmışlar gibi geliyor bana.
Bilim insana mutluluk, huzur getirmemiş, savaşları, yıkımı büyütmüş; devrimler
de öyle.
“Kerem Gibi”nin dizelerine gelince çok genel, evrensel bir
özgecilik oradaki. İçini her çağın, her inancın bakış açısıyla doldurabilirim.
Üstelik ölmek de şart değil yanmak için. Yanarak yaşamak, çabalamak… Uzar gider
bu konu.
*
Bu şiire dikkatimi çeken Elif Ayşe ve Seyfi Abi olunca,
“Tahir ile Zühre Meselesi”nin devamı daha anlamlı gelmeye başladı.
Tamam, ülkücülük, özgecilik iyi de neye yarar diyesi
geliyor bazen insanın. Toplum için fedakarlık yapıyorsun, insanlığın meselesini
kendi meselene öncelediğin oluyor… İyi, hoş da farkında mı insanlar? Zaten
teşekkür beklemiyorsun ama sırt çeviriyorlar bir de, senin ayrılmak istemediğin
dünyan, çevren senden ayrılıyor; terk ediliyorsun, kovuluyorsun hatta…
“Seversin
dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?”
Şiirin bu kısmı biraz da Seyfi Abi’yi anlatıyor gibi bir
hisse kapıldım gitgide. Ömrünün özellikle son yılları hayal kırıklığıyla geçti.
Çok sevdiği “elma”nın onu sevmesi elbette beklenmezdi, şart da değildi ama…
Yine de insanız. İncinir insan. Doludizgin sevdiği dünyasının kendine sırt
çevirmesine kırılmıştı. Dünyası sınıfı, tahtası, öğrencileriydi sonuçta. Bütün
iş yürekteyken, elinden tebeşiri alınan bir öğretmen yüreği, bahçıvanlıkla,
bekçilikle ne kadar oyalayabilirdi ki kendini…
Yorumlar
Yorum Gönder