ATEŞ

                                                                           “Ağaçta tutuklanmış ateş çiçekler açtırır,
                                                                            Bağlarından kurtulmuş, utanmaz alev de ıssız
                                                                            Küller içinde can verir.”
                                                                                                                             Tagore

İki kuru meyve çubuğu alın elinize. Baksanız ikisi de kuru. Toprağa saplayıp bekleyin sonra.
Biri uygun şartlar oluşunca yeşerdi, filizlendi, düğüm düğüm yaprak açmaya durdu. Biri ise
yağmurda yağışta çürümüş, diğerini yeşerten şartlar buna zarar vermiş sadece. Bakıyoruz
neden böyle olmuş bu. İkincisi ateş görmüş çünkü. Üşüyen bahçıvanın ellerini ısıtmak için
yaktığı ateşin alevleri içinde o çubuğun bir parçası da varmış. Hayat ateşi dışına çıkmış ateşi
görünce, bir parça alevde kül olmuş. Diğer çubuğun içinde kalmış ateşi, güneşin altında ateşi
toplamış hep, gün ışıkları çiçeğe dönüp renk renk açılmış dalında budağında.
İstisnalar bir yana bu hep böyledir. İstisna dediğim bir hikaye, bir efsane... Hem Tolstoy
hikayeleştirmiş bu rivayeti, hem Ömer Seyfettin. Demek doğunun ortak hazinesinden. Yanmış çubukların da göğerdiği rivayet.
Ama bu rivayette de ateş var yine. Bu sefer insanın içindeki ateş, dışa kuru çubukları
yeşertmek şeklinde çıkıyor.
*
Düşünüyorum da bu hep böyle aslında. Dışa çıkan, alev alev yanan ateş, küller içinde can
veriyor, ağacın içinde mayalanan ateş gülerle çıkıyor dışarı. Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk
mesnevisinin bir yerinde babasından bahsederken “Dil zaviyesinde münzevidir” diyor. Gönül
dergahında inzivaya çekilmek nasıl bir şey acaba. Ve nasıl meyve verir. Şeyh Galip’in babası
meyve olarak Galip’i vermiş mesela. Galip “Hüsn ü Aşk”ı vermiş. Ateşini içinde tutan ve
çiçek çiçek güzelleşip güzelleştiren insanlar coğrafyasıymış bizim eski asırlarımız. Tanpınar
“Huzur”un bir yerinde kahramanına şöyle dediriyor: “- Erenler, yanlış kapı çalıyorsun...
demişti. Ötekiler sanat yapıyor, biz sadece duadayız. Bilirsin bazı tarikatlerde değil eser
vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmadı. İşte bu şarktı. Mümtaz’a göre
hem şifasız hastalığımız, hem de tükenmez kudretimiz olan şark!” Eser yazmak bir yana
kabrine isim yazdırmayı bile doğru bulmayan insanlar ortaya bir medeniyet koyarak
çıkarmışlar içlerindeki ateşi.
*
Ateşini içinde tut kalbim, yangınını dışa çıkarma. Pişeceksen kendin piş, kendi kendine piş.
Kalbinin yangını damarlarına yürüsün, dudaklarına değil. İçindeki ateşi büyütüp dışarı
çıkarma hevesinde olma. Saklamaya çalış, tut tutabildiğin kadar. Damarlarında dolaşan ateş
bir ürperti olarak, bir şerare olarak sirayet etsin kalemine. Sen ağlama, ağlayış ıssız haykırışlar olarak dökülsün kaleminden. İçinin ateşi yazında alevlenmesin, yazdığın metnin satır aralarını yaksın.
Herşeyi söyleyerek anlatmak iş değil ki ey kalem. Bazen de susarak konuş. Kalbimden aldığın
ısıyı tahta gövdende muhafaza et. Ölü bedenine belki can verir baharla bu ateş. Hemen yazma.
İçinde mayalansın ateşin. Alttan alta bir köz gibi yansın dursun. Az bir ateş buldun mu hemen
büyütüp dışa yansıtma derdine düşme. Ağaçta tutuklu kalan ateş çiçekler açtırır çünkü;
bağlarından kurtulmuş, kendini sere serpe gözler önüne serme derdindeki alev ise ıssız küller
üretir etrafında, sonra bu küller içinde can verir.
*
Evet, herşeyde böyle bu. Tagore haklı.

Yorumlar

Popüler Yayınlar