Krizantemli Mektup

“Hey kardeş, sevgili dost” diye başlayacaktım bu mektuba. Daha önce yaptığım gibi. Ama bu sefer işler biraz değişti. Şu an aslında uykum var. Ve ben sana geçtiğimiz bir-bir buçuk aylık rahat zamanımda yazmadığım, yazmak için bir çok – belki de – lüks şartın bir araya gelmesini bekleyip yazmakta nazlandığım mektubu yazmaktayım. Bugün artık iki kasım. Saat 00. 09 diyordu koridordaki saat.
Diyeceksin ki anlaşılmaz kadınsın vesselam. Seni bir çok rahat vakitte es geçtikten sonra dar vakitlerde gözlerinden uyku akıta akıta pencere kenarına, dışardan gelen ışığın altına mıhlayan nedir?
Bugün Meral hemşire bir tutam kasımpatı getirdi koğuşa. Ona bir kasımpatı yazısı yazmak istedim. Bu kasımpatı yazısı senin istediğin kasımpatı yazısı olacaktı aynı zamanda.
İşte bunun içindir ki bu mektuba daha önce yaptığım gibi “Hey, kardeş, sevgili dost” hitabıyla başlayamıyorum. Arada başka dostlar da var çünkü bu sefer. Senin hiç tanımadığın Meral ve Natalya da var.
Ama sevgili dost, yine de hitabım sanadır. Ki demiştin, sen yaz, tek okuyucun ben olsam da yazdıklarım okunmuyor diyemezsin. Doğruydu. Ayrıca Zarife de vardı. O da okurdu. Anlardı da. Yazmıyormuş ne gam. O yazmıyor da sen yazıyor musun sanki, ben yazıyor muyum? Nerede o “Bir bahar ol gel!” dedirten “Bahar dediğin de ne?” epigraflı mektuplar? Sana en son mektup gibi mektubu geçen yıl mı yazmıştım daha önceki yıl mı? O mektuba misliyle karşılık vermedin henüz. Ve kafanı aptal tercümelerinden kaldırıp “çiçekli kitap”ını bitiremiyorsun. Sitemim kendimedir biraz da. Benim de bu arada pek matah şeylerle uğraşmadığımı söyleyebilirsin. Ve diyebilirsin ki “Kardeş, doğru söylüyorsun ama krizantemsiz olmaz.” Doğrudur, krizantemsiz olmaz. Ve krizantem yazısının da krizantem hikâyesi olmadan olmayacağını söyleyebilirsin. O da doğrudur. Krizantem hikâyesini en güzel ben anlatabilirim sana. Ben anlatırsam anlarsın. Ve sen yazabilirsin en güzel krizantem yazısını. Kalp kalbe karşıdır ne de olsa.
Nerden başlayacağım bilemiyorum. Gecenin bu saatinde birçok duygu, birçok hatıra kırıntısı yine başıma üşüştü işte. Gündüz, Meral’in getirdiği krizantemi okudum biraz. Mevsim artık ihtiyarlamış. Benim gönlüm gibi. Ben aslında böyle okumalardan uzak durmalıyım. Müthiş sardı. Geçen yıl mı bir ara Knut Hamsun’u okumuştum, “Göçebe” üçlemesini. O zaman da aynı duyguları yaşamıştım. Şu an içimde çok büyük bir istek var Göçebe’yi tekrar okumak için. Kendimi zor tutuyorum. Bunların beni tehlikeli bir yerlere, nasıl bir uçurumdur bilmiyorum ama bir uçurumun kenarına sürüklediğini hissediyorum sanki. Bedbinlik cezası olarak, gördüğüm gibi bir hayata mahkum olmaktan korkuyorum açıkçası. Beni, seni ve özellikle Zarife’yi bedbinlik uçurumlarına çeken şairin “Seni çok az düşünmeliyim, seni çok az / Seni çok az düşünmeye ant içmeliyim.” dediği gibi bir ruh haleti bu benimkisi. Ya da Hamsun’un dediği gibi beynimi kemiren bir nervastani.
Bütün bu girişlerden kendimi alamadım. Çünkü güz geldi. Çünkü güz “beyhude ömrüm”ü çağrıştırıyor, beyhude ömrüm “göçebe” gönlüme sesleniyor ya da içimdeki göçebeye. Ve bir başka çağrıyla biraz istikamet kazandırmaya çalışıyorum kalbimin odunlaşmış yerlerinden fışkıran ter ü taze şahlara. “Bir garip derviş gibi ol.” Ve bir garip derviş olsam, diyorum.
Bundan üç ya da dört yıl önceydi sanırım. Üst kattaki koğuşta, hücre odamda kalıyordum. O zamanlar hastanenin en küçük odası olduğu için odama hücrem derdim. İçimde bir tanımsız bungunluk, Zarife’nin de çok bungun günleriydi Leningrad’da. Bana bir keresinde mektubunda sormuştu. Sizin oralarda kasımpatı var mı, diye. Benim kasımpatı düşünecek halim yoktu o zamanlar. Daha büyük olduğunu sandığım küçük meselelerle boğuşmaktaydım durmadan. Bahçedeki, vazodaki ya da yakadaki kasımpatıların ne büyük bir mutluluk kaynağı olabileceğinin ayırtında değildim nedense. Bilmiyorum, dedim. Nereden bilebilirdim Zarife benim durumumu düşünüp saatlerce ağlayacak. Nereden bilebilirdim ki, krizantemsiz bir yerde yaşayan bana acıyarak Leningrad’dan kasımpatı göndermeye kalkacak. Şimdi yine güz ve yanımda Meral’in getirdiği bir iki kasımpatı var. Bahçesinde yetiştiriyormuş. O zamanlar da yetiştiriyordu büyük ihtimalle. Ama çiçek insanın gönlünde açmıyorsa, gözünde de yer edemiyor her halde. Bu olayı sonradan çok düşündüm, hücresine kapanmış kasım patı olmuş olmamış habersiz yaşayan ben nerdeydim, kasımpatısız bir yerde, bir şehirde yaşamanın ağırlığını havsalasına sığdıramayan Zarife nerede?
Krizantemsiz bir hayat demek, belki de salkımsöğütsüz bir hayat kadar hüzün vericiydi Zarife için, ne çok severdi salkım söğütleri...
Salkım söğüde ingilizcede “weepink willow” dendiğini senden öğrenmiştim. Ağlayan söğüt. Zarife’yi çekenin belki de bu hüzün olduğunu düşünüyordun. Biz Türkmenlerin salkım söğüde “leylisaç” dediklerini öğrendiğin zaman nasıl da heyecanlanmıştın. Bunu da kullanarak bir salkım söğüt yazısı kaleme alacaktın. Ki en güzel sen yazabilirdin bir salkım söğüt yazısını, hâlâ bekliyorum, yazmadın. Senin işin gücün tashihler, tercümeler... Amelelik yani.
Konuyu hep dağıtıyorum her zamanki gibi. Ben böyle şeyler yazmak için başlamamıştım bu mektuba. Krizantemin hikâyesini anlatacaktım. Kasım patılar ayında ölümsüz sevgiler adına güzel sözler söyleyecektim.
Benim bir türlü ulaşamadığım, senin kendi evinde yitirdiğin o kitapta okumuştum bir zamanlar. O, koyu mavi kapaklı, sevimli bir kitaptı. Kapağında bir Paris gravürü vardı. Çeşmeliydi sanırım.
Kris isminde bir fakir genç vardır. Yer Fransa. Çağ gençlerin ilişkilerini hâlâ analarına babalarına sorarak düzenledikleri zamanlardan bir zaman olmalı. Bunu olaydan çıkarıyorum. Yoksa gencin adı Krisan mıydı. Fransızca bilmem ki. Bilmiyorum. Kitap da kim bilir nerede şimdi? Doğrusunu bulamayacağım için bildiğim kadarıyla alayım Fransızca kelimeleri.
Günlerden bir gün Kris bir güzele gönül verir. Gönül bu, ferman dinlemez. Davul bile dengi dengine çalar derlerse de gönül zenginliğinden yüce zenginlik mi var?! Kız da Kris’i sever ama arada aşılmaz dağlara dönmüştür maddiyat. Kız babası işi yokuşa sürer. Tamam, der Kris’e, sana kızımı veririm vermesine ama sen çok fakirsin. Nereden bileyin kızımı mutlu edebilecek misin, yoksa yok. Git, çalış, para kazan ve tekrar gel, bakarız.
Mevsim sonbahardır, aylardan muhtemelen kasım. Kris gelirken elinde bir deste kasım patıyla gelmiştir. Ve bir de küçük not iliştirmiştir bukete. “Krisantem”. Bu bir kelime değildir o zamanlar, bir cümledir. Ben bilmiyorum doğrusu nasıl yazılır, iki mi üç mü kelimeden oluşuyor. Ama manası şudur. “Kris seni seviyor.” Aylar geçer, mevsim dolanır bir yıl geçer aradan. Kris çalışmış çabalamış. Hem işten arttırmış, hem dişten arttırmış, tekrar çalar kapıyı.
Bakın, der, bir yıl boyunca kazandıklarım, artık ben de öyle çulsuzun biri sayılmam.
Ama yeterli bulunmaz gayreti, belli ki ipe un sermektir asıl maksat. Daha çalış, derler. Kris yine gider. Bu sefer de bir deste kasım patıyla gelmiştir. Bu sefer de bir not iliştirmiştir bukete, sevgiliye ümit olsun diye kim bilir. “Kris seni hâlâ seviyor.”
Bu sefer daha bir kendini vererek çalışır bir yıl. Daha çok ter döker, daha çok kazanır. Kazandığı her frank sevgiliye bir parça daha yaklaşmak demektir şüphesiz. Ve sayılı gün, o yıl da geçer, daha önce geçen bütün yıllar gibi. Ama kıza naçar der Türkmenler, naçar kalbi dayanamamıştır bunca ayrılığa. Gizli dert ömür ipini koparmıştır Kris’in sevgili güzelinin. Tekrar çalar sevgilinin kapısını. Gurbetten gelmektedir, olanlardan habersiz. Kalbinde bin bir ümit kıvılcımıyla. Ona acı haberi iletirler.
Kris yolunu mezarlığa çevirmiştir bu kez de elinde yine bir demet kasım patıyla. Sonbahar o yıl daha bir hüzünlüdür, yapraklar daha sarıdır belki, Kris’in buketi daha büyüktür. Sevgilinin mezarının başında oturur biraz. Dudaklarını kıpırdatmadan söyleşir cananla. Çiçeği mezara bırakıp dökülen yapraklara basmamaya çalışarak başı önünde oradan uzaklaşır. O gidince civardaki bir kaç kişi bıraktığı bukete bakarlar. Yine bir not görürler Kris’in çiçeklerine iliştirilmiş. “Kris seni ebediyyen sevecek.”
O gün bu gündür, o kasabada mı, şehirde mi, ülkede mi, yoksa o dünyada mı ne, her kasımda dünyadan gidenleri ziyaret etmek adet olmuş. Gidenler hep bir buket kasımpatıyla giderlermiş sevdiklerinin mezarları başına ve bu çiçekleriyle ebediyyen seveceklerini anlatmak isterlermiş.
Bir şey daha olmuş bu arada. Kris’in sevgilisine götürdüğü güz çiçeklerinin adına “krizantem” denmiş zamanla, yani “Kris seni seviyor.”
Bu yıl sık sık kasımpatı getiriyor Meral. Sanki her yer kasımpatıyla dolu Sanırım önceki yıllar da böyleymiştir. Ama demek ki birilerinin elinde bir kaç kasımpatıyla gelip, seni seviyorum ve seveceğim, manasında ağlaması gerekmiş ölü kalbimin başında. Ki dirilsin. Görebilsin krizantemleri.
Günlerim gecelerim dolsa da birkaç krizantem yaprağıyla bir şeye dikkat etmeliyim ama. Hamsun’dan uzak durmalıyım. Bir de böyle meseleleri az düşünmeliyim, çok az. Sonbaharı az düşünmeye ant içmeliyim.

///Bu mektubun muhatabı Zühre olmalı. Zühre, Aysona’nın çok yakın bir arkadaşı veya kardeşi ya da ablası. Sona kendisine gelen mektuplardan sadece Zühre’ye ait olanları ayrı bir zarfın içinde itinayla saklamış. Bu gönderemediği için, kendisinde kalmış bir mektup olmalı. Belki de önce karalamasını yazdı, sonra temize çekip gönderdi. Böyle düşünmemizin sebebi, Zühre’nin mektuplarının bazılarında bu mektuba atıf olduğunu düşünebileceğimiz satırlara rastlamış olmamız.///


(Aysona'dan)


Yorumlar

Popüler Yayınlar