KESİK HARFLER
Kat kat temaşa… Her yıl buraya, köye geliyoruz ve kat kat ibretlik levhalar temaşa ediyorum.
Kayınpederim eski günlerini anlatır çokça. Bir pir-i fani âdem. On yıldır bu evin geliniyim. On yılda
belki bazılarını on kez, yirmi kez dinledim. Kayınpederim gerçekten ibretlik hatıralar anlatır ve ibretlik bir duruşu vardır hayat karşısında. Temaşa eder, lezzet alırım.
Bir de evlatlarının onun anlattıklarını nasıl can kulağıyla dinlediklerine bakarım. Bu kısmı da ayrı bir
temaşadır. Benim bile on kez dinlediğim hadiseyi kim bilir onlar kaçıncı sefer dinliyorlardır… Nasıl ve niçin ilk defa dinliyor gibi, sözünü kesmeden, herhangi bir ayrıntıyı kaçırmaktan korkarak, dikkatle dinleyebildiklerini düşünür, hayret ederim.
Bu yaz neredeyse bütün bir ramazanı bir arada geçirdik. Bir yaz ramazanı. Günler alabildiğine uzun.
Ama köy serin. İş az. Hemen herkes öğretmen. Bu yaz kayınpederimden daha önce anlattığını hatırlamadığım hatıralar da dinledim. Dikkatle dinliyorum ya beni daha bir içten seviyor. Bazen sohbet esnasında başı kayıyor. Uyuyup kalıyor oturduğu yerde. Bazen bizim ufaklıkla divanın biri bir ucunda biri bir ucunda uyuyorlar. Çaktırmadan fotoğraflarını çekiyorum. Öyle bir samimi hal bizimkisi.
Bir tür baba kız ilişkisi.
… Her gün küçük evin penceresinden Murat Dayımın evine bakarım, diyor. Bir Fatiha okur, sevabını
dayımın ruhuna hibe ederim. Küçük ev dediği, arkadaki küçük oda. Her oda bir ev. Eskiden iki oda
varmış. Küçük ev, koca ev. Ben de bakıyorum o pencereden. Mavi boyalı küçük ama derince bir
pencere. Eh, taş duvar. O kadar derinlik olacak. Bu duvarı da kendisi yapmıştır herhalde. Karşıda
metruk bir ev. Önünde bir çardak. Çardakta artık budanmamaktan çalılaşmış asma. Asmanın altında
yer yer taşları yerinden oynamış, yola düşmüş bahçe duvarı…
Her sabah erkenden kalkıp namazını kılar. Sonra Kuran okur. Ne zamandır böyle düzenli okuyor
bilmiyorum. Cami boy kocaman Kuran’ı var. İstanbul’dan görümcem getirmiş. Babaya özel, cami boy, Hüsrev hattı kırmızı ciltli Kuran-ı Kerim. Okunmadığı zamanlar büyükçe bir poşette duvardaki çivide asılı durur. Rahlesi bir sandalyedir. Kuran’ını poşetten çıkarır, sandalyenin dayanılan yerine dayar.
Aynı poşetten çıkardığı, hikâyesini ailede ve yakın çevrede herkesin bildiği gözlüğünü takar.
Sandalyenin önüne diz çöker ve dudaklarını kıpırdatarak sessizce okumaya başlar. Âdeti üzere çoğu
zaman yarım cüz okur. Bir hatmi hitama erince aynı gün tekrar başlar. Kuran’ın içinde birkaç parça
kâğıt var. Bir gün çocuklara Kuran dersi vereceğiz, kitaplıktaki Mushaflar yetmedi. Babamın
Mushaf’ını da aldık. O zaman gördüm o kâğıtları. Her hatme ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğini
not etmiş. Mesela şöyle; “Bugün Haziranın 15’i. Sene 2011. Hatm-i şerifi bitirdim ve aynı gün yenisine başladım.” Harika bir el yazısı. Gayet özenli. Bizim nesil böyle bitişik yazı öğrenemedi. Kesik kesik harfler öğrendik. Şimdi çocuklar okulda bitişik yazı öğreniyorlar. Özeniyorum doğrusu. Çocuklardan çok Fehmi babamın yazısına… O hiç okula gitmemiş. Köye okul açıldığında on beş yaşını geçti diye almamışlar.
Yedi sekiz yaşlarında öğrenmiş okuma yazmayı. Belki de dokuz ama kesinlikle on değil. On yaş onun
için bir milat çünkü. Yazıyı öğrendiği zamanlar milattan, yani anasının ölümünden önceye ait bir
hatıra.
Dayısı otodidakt bir “eğitmen”. Köylüsü Kerim Efendi okula gitmiş uzak bir kasabaya. O da tatillerde geldikçe ondan öğrenmiş. Kuran yazısını kimden, ne zaman öğrendi bilmiyorum. Murat, gariban.
Babası Çanakkale’de kalmış. Bir dul kadının dört yetiminden en küçüğü. Ama cin gibi. Sadece kendi
köylüsüne okuma yazma öğretmekle kalmıyor, civar köylere, kasabalara da gidiyor. Üç kuruş beş
kuruş, biraz buğday, darı, artık köylü ne verirse… Az çok demeden çocuklarına harfleri öğretiyor.
Kayınpeder anlatıyor.
… Bir İsmail Çavuş vardı Dalaman taraflarından. Her yıl Murat Dayıyı görmeye gelirdi. Gelirken de eli boş gelmez. Bir kasa portakal, bir kavanoz bal, zeytin... Mevsime göre mutlaka bir hediye getirir. Bir gün sordum.
- Çavuş, sen çok mu seversin bu hocanı. Her yıl böyle sektirmeden geliyorsun.
- Ee, sevmez miyim birader, hocam beni körlükten kurtardı. Cahillik demek, körlük demektir.
Anası, Fehmi Babamı da üç aylığına kardeşinin yanına gönderiyor. Kendileri Kusuru’da, dayı Yayla’da Camiyanı’nda. Küçük Fehmi’nin yanına keçileri de takıyorlar. Hem kendi keçilerine, hem dayısının keçilerine bakacak, hem de ne öğrenebilirse öğrenecek dayısından. Herkes üç ders görüyordu, ben iki ders görüyordum, diyor. Bir ders çobanlığa gidiyor. Üç ay içinde hem yeni yazıyı hem Kuran okumayı öğrenmiş. Zaten program üç aylık. Köylüler, Murat gibisi yoktur, başkasının üç yılda öğrettiğini üç ayda öğretir, derlermiş. Bir kara tahtası varmış dayının. En üstte yeni yazının alfabesi yazılı olurmuş.
Kuralmış. O satır hiç silinmezmiş. Tek tek her talebeye öğretirmiş.
- Biri gelir sorarsa hocanız ne öğretiyor diye, 29 Türk harfini öğretiyor efendim, diyeceksiniz. Ne
diyecekmişsin Fehmi?
- 29 Türk harfini öğretiyor efendim.
- Ne diyecekmişsin Ahmet?
- 29 Türk harfini öğretiyor efendim.
- Ne diyecekmişsin Mehmet?
- …
Eh olacak o kadar. Birkaç kez nahiyeye, hatta kazaya çağrılmışlığı vardır hocanın. O zamanlar Kuran
harfi öğretenlerin hapislerde süründüğü, en azından temiz bir dayak yediği, Kuranların, eski yazılı
kitapların yakalanmasın diye gömüldüğü zamanlar. Sonradan resmen “eğitmen” unvanı alır ve daha
rahat devam eder işine. Maarif ordusunun çarıklı erkân-ı harbi dense seza.
Üç ayın sonunda ilk mektubunu yazmış Fehmi Babam. Yayla’dan Kusuru’ya. Anası sevincinden
ağlamış. Dayısı talebelerine önce zarf yapmayı öğretiyormuş. Düzgün bir kâğıdı alıp nasıl kesecekler,
nasıl katlayacaklar gösteriyor, sonra su kabağındaki erik ekşisinden küçük bir çinko çanağa döküyor,
yumuşak bir ağaçtan kesip ucunu bir çeşit fırça haline getirdiği dal parçasıyla ekşiden zarfın katlanan
yerlerine sürüyor. Erik ekşisi tabii tutkal vazifesi görüyor. Sonra bir asker mektubu gibi mektup
yazdırıyor bütün talebelere. Maksat askere gidince kimseye muhtaç olmasınlar, kendi mektuplarını
okuyup yazsınlar. Eh, bu eğitimin meyvelerini de alıyor köy. Askere gidenlerin birçoğu okuryazarlıkları sayesinde isimlerinin sonuna çavuş, onbaşı eki alarak dönüyor kışladan. Fehmi Çavuş da bunlardan biridir. Çavuşluk diploması “koca ev”in duvarını süsler.
Eski düver evlerde babasıyla dayısı bir araya geldi mi uzun kış gecelerinde ocağa kocaman meşe
kütükleri atar kitap okurlarmış. Babası birkaç yıl Emecik’te okumuş. Eski medrese sisteminde bir
mektep olmalı.
- Babam harekesiz eski yazıyı, dayım yeni yazıyı daha güzel okurdu, diyor.
Babası dayısından beş altı yaş büyük.
- Ne okurlardı baba.
- Bazen hikâye okurlardı. Kesikbaş, Geyik Hikâyesi, Aslı-Kerem, Cenknâmeler... Babam en çok Kara
Davut okurdu. Okur okur ağlardı.
Halalardan duyuyorum, dede başka kitaplar da okurmuş. Bir de Osmanlıca yazılı meali varmış, şimdi
ne kadar arıyorlarsa da bulamıyorlar.
Eh okumuş aile. Eskiden de öyleymiş demek. Fehmi Babamın dedesi Molla Ali, kısaca Mollali
derlermiş. Genç yaşta ölmüş. Onlar da yetim büyümüş. Kayın validenin dedeleri de hep hocaymış. Bu sene ilk kez o da anlattı. Dedesi köyün “hatıp”ıymış. İmamı yani, imam ve hatip. Hatıp’ın üç yerde tarlası varmış. Her tarlanın başında küçük bir ev. Köyde o zamanlar herkes aynı. Bir çeşit yarı göçebe hayatı yaşıyorlar. Dedenin her yurtta kitabı olurmuş. Nereye gitse oradaki kitaptan okumaya devam edermiş. Dededeki bu ilim aşkına şaşırıp kalıyorum. Dağın başında sıradan bir köy hocası. Üstesine o zamanlar belki aynı seviyede beş on hoca var köyde. İmamlık mevzusunda rekabet var. Nereden nereye… Sonra tazyik, baskınlar, jandarmanın sıkıştırması başlayınca ne kadar kitabı varsa gömmüş dede. Bir tek Kuran bırakmış. Onu da bir torbayla ambarın altına hafifçe gömermiş. Gider oradan çıkarır, ormanda okur, tekrar aynı yere gömermiş. Sonradan kitapları çıkarmışlar ama okunacak kitap kalmamış, hepsi çürümüş gitmiş. Ambara, samana gömülenleri de fareler kemirmiş. Ben o kemirilmiş kitaplardan birkaçını kayınbiraderin kütüphanesinde görmüştüm.
Kat kat temaşa…
Kayınpeder yazıyla, harflerle ünsiyetini anlatmaya devam ediyor. Yumuşak taşlardan her öğrenci bir
küçük beyaz tahta yaparmış kendine. Kâğıt ilaç adeta, kıt bulunan bir şey. O taşın üstünde
öğrenirlermiş yazıyı. Keçeden küçük silgiler keserlermiş. Sonra pazardan gelen ve yine çok kıymetli
olan kurşun kalemleri sıfır noktasına kadar kullanırlarmış. Köyde bir çeşit çalımsı ağaç var
“dondandokuz” diyorlar. İçi boş dalları var bu ağacın. Kalemler elle tutulamayacak kadar küçülünce,
düzer, bu ağaçtan kestikleri çubuklara sokarlarmış.
Fehmi Babam her gün en az yüz kere şükreder. Binlerce şükür Rabbime, der. Çevresinde okuyan,
yazan, kitaba meraklı çocuklar, torunlar, gelinler, damatlar gördükçe durmadan şükreder. O eski
günleri düşünür, o günleri anlatır. Boş kağıt görür şükreder. Ortalıkta dolaşan birçok sahipsiz kalem
görür şükreder. Son yıllarda en çok da altı yedi yaşlarındaki torunlarının Kuran okuduklarını gördükçe şükrediyor. Binlerce şükür Rabbime… Sonra hemen hüzünleniyor. Babam görseydi bu günleri. Anam görseydi, dayım görseydi… Hemen bir Fatiha okuyor, sevabını ruhlarına hibe ediyor.
Ben de dikkatle dinliyorum artık. O anlatılanlar hep aynı olsa da hep şükür edalı. Şükür nimeti
ziyadeleştirirmiş. Hem bazen yeni bir ayrıntı çıkıyor. Atladığımız bir teferruatı öğreniyoruz.
Şahsen şöyle düşünüyordum eskiden. Bu dağ başında yerleşik hayata yenilerde adapte olmaya çalışan
bir grup insan vardı. Bunlar zamanla cahillikten medeniliğe doğru bir gelişme süreci izliyorlar.
Babalarımız harflerle tanışmış iyi kötü, biz biraz daha haşir neşir olacağız, sonraki nesil belki
medenilerle yarışır hale gelecekler. Şimdi kafamdaki yavaş yavaş gelişmeye göre kurgulanmış bu
şablonun, hali açıklamaya yetmediğini fark ediyorum.
Nasıl oldu da harflerle, kitapla böyle sıkı ilişkisi olan bir toplum cahil bir toplum haline geldi diye
düşünüyorum. Bu sadece harf inkılâbıyla açıklanabilecek bir şey de değil. Nasıl oldu da bir dönem
haniyse bütün çocuklar yetim, bütün kadınlar dul kaldı? Bu fetret devrinden önce bu dağ başlarında
da bizim şimdi anladığımız gibi değil ama bir medeniyet varmış. Hem de ciddi bir medeniyet. Nasılmış acaba?
Bir medeniyet gitmiş, yerine yenisi gelmemiş. Nenelerden kalan nakışlara, elbiselere, kilimlere
bakıyorum. Yok, bu dağ başında… Dedelerin okuma aşkını düşünüyorum. Şimdi çevremde hiç öyle bir dede gördüğümü hatırlamıyorum. Kesik kesik harflerle yazıyor bizim nesil. İnşallah, çocuklar…
Kayınpederim eski günlerini anlatır çokça. Bir pir-i fani âdem. On yıldır bu evin geliniyim. On yılda
belki bazılarını on kez, yirmi kez dinledim. Kayınpederim gerçekten ibretlik hatıralar anlatır ve ibretlik bir duruşu vardır hayat karşısında. Temaşa eder, lezzet alırım.
Bir de evlatlarının onun anlattıklarını nasıl can kulağıyla dinlediklerine bakarım. Bu kısmı da ayrı bir
temaşadır. Benim bile on kez dinlediğim hadiseyi kim bilir onlar kaçıncı sefer dinliyorlardır… Nasıl ve niçin ilk defa dinliyor gibi, sözünü kesmeden, herhangi bir ayrıntıyı kaçırmaktan korkarak, dikkatle dinleyebildiklerini düşünür, hayret ederim.
Bu yaz neredeyse bütün bir ramazanı bir arada geçirdik. Bir yaz ramazanı. Günler alabildiğine uzun.
Ama köy serin. İş az. Hemen herkes öğretmen. Bu yaz kayınpederimden daha önce anlattığını hatırlamadığım hatıralar da dinledim. Dikkatle dinliyorum ya beni daha bir içten seviyor. Bazen sohbet esnasında başı kayıyor. Uyuyup kalıyor oturduğu yerde. Bazen bizim ufaklıkla divanın biri bir ucunda biri bir ucunda uyuyorlar. Çaktırmadan fotoğraflarını çekiyorum. Öyle bir samimi hal bizimkisi.
Bir tür baba kız ilişkisi.
… Her gün küçük evin penceresinden Murat Dayımın evine bakarım, diyor. Bir Fatiha okur, sevabını
dayımın ruhuna hibe ederim. Küçük ev dediği, arkadaki küçük oda. Her oda bir ev. Eskiden iki oda
varmış. Küçük ev, koca ev. Ben de bakıyorum o pencereden. Mavi boyalı küçük ama derince bir
pencere. Eh, taş duvar. O kadar derinlik olacak. Bu duvarı da kendisi yapmıştır herhalde. Karşıda
metruk bir ev. Önünde bir çardak. Çardakta artık budanmamaktan çalılaşmış asma. Asmanın altında
yer yer taşları yerinden oynamış, yola düşmüş bahçe duvarı…
Her sabah erkenden kalkıp namazını kılar. Sonra Kuran okur. Ne zamandır böyle düzenli okuyor
bilmiyorum. Cami boy kocaman Kuran’ı var. İstanbul’dan görümcem getirmiş. Babaya özel, cami boy, Hüsrev hattı kırmızı ciltli Kuran-ı Kerim. Okunmadığı zamanlar büyükçe bir poşette duvardaki çivide asılı durur. Rahlesi bir sandalyedir. Kuran’ını poşetten çıkarır, sandalyenin dayanılan yerine dayar.
Aynı poşetten çıkardığı, hikâyesini ailede ve yakın çevrede herkesin bildiği gözlüğünü takar.
Sandalyenin önüne diz çöker ve dudaklarını kıpırdatarak sessizce okumaya başlar. Âdeti üzere çoğu
zaman yarım cüz okur. Bir hatmi hitama erince aynı gün tekrar başlar. Kuran’ın içinde birkaç parça
kâğıt var. Bir gün çocuklara Kuran dersi vereceğiz, kitaplıktaki Mushaflar yetmedi. Babamın
Mushaf’ını da aldık. O zaman gördüm o kâğıtları. Her hatme ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğini
not etmiş. Mesela şöyle; “Bugün Haziranın 15’i. Sene 2011. Hatm-i şerifi bitirdim ve aynı gün yenisine başladım.” Harika bir el yazısı. Gayet özenli. Bizim nesil böyle bitişik yazı öğrenemedi. Kesik kesik harfler öğrendik. Şimdi çocuklar okulda bitişik yazı öğreniyorlar. Özeniyorum doğrusu. Çocuklardan çok Fehmi babamın yazısına… O hiç okula gitmemiş. Köye okul açıldığında on beş yaşını geçti diye almamışlar.
Yedi sekiz yaşlarında öğrenmiş okuma yazmayı. Belki de dokuz ama kesinlikle on değil. On yaş onun
için bir milat çünkü. Yazıyı öğrendiği zamanlar milattan, yani anasının ölümünden önceye ait bir
hatıra.
Dayısı otodidakt bir “eğitmen”. Köylüsü Kerim Efendi okula gitmiş uzak bir kasabaya. O da tatillerde geldikçe ondan öğrenmiş. Kuran yazısını kimden, ne zaman öğrendi bilmiyorum. Murat, gariban.
Babası Çanakkale’de kalmış. Bir dul kadının dört yetiminden en küçüğü. Ama cin gibi. Sadece kendi
köylüsüne okuma yazma öğretmekle kalmıyor, civar köylere, kasabalara da gidiyor. Üç kuruş beş
kuruş, biraz buğday, darı, artık köylü ne verirse… Az çok demeden çocuklarına harfleri öğretiyor.
Kayınpeder anlatıyor.
… Bir İsmail Çavuş vardı Dalaman taraflarından. Her yıl Murat Dayıyı görmeye gelirdi. Gelirken de eli boş gelmez. Bir kasa portakal, bir kavanoz bal, zeytin... Mevsime göre mutlaka bir hediye getirir. Bir gün sordum.
- Çavuş, sen çok mu seversin bu hocanı. Her yıl böyle sektirmeden geliyorsun.
- Ee, sevmez miyim birader, hocam beni körlükten kurtardı. Cahillik demek, körlük demektir.
Anası, Fehmi Babamı da üç aylığına kardeşinin yanına gönderiyor. Kendileri Kusuru’da, dayı Yayla’da Camiyanı’nda. Küçük Fehmi’nin yanına keçileri de takıyorlar. Hem kendi keçilerine, hem dayısının keçilerine bakacak, hem de ne öğrenebilirse öğrenecek dayısından. Herkes üç ders görüyordu, ben iki ders görüyordum, diyor. Bir ders çobanlığa gidiyor. Üç ay içinde hem yeni yazıyı hem Kuran okumayı öğrenmiş. Zaten program üç aylık. Köylüler, Murat gibisi yoktur, başkasının üç yılda öğrettiğini üç ayda öğretir, derlermiş. Bir kara tahtası varmış dayının. En üstte yeni yazının alfabesi yazılı olurmuş.
Kuralmış. O satır hiç silinmezmiş. Tek tek her talebeye öğretirmiş.
- Biri gelir sorarsa hocanız ne öğretiyor diye, 29 Türk harfini öğretiyor efendim, diyeceksiniz. Ne
diyecekmişsin Fehmi?
- 29 Türk harfini öğretiyor efendim.
- Ne diyecekmişsin Ahmet?
- 29 Türk harfini öğretiyor efendim.
- Ne diyecekmişsin Mehmet?
- …
Eh olacak o kadar. Birkaç kez nahiyeye, hatta kazaya çağrılmışlığı vardır hocanın. O zamanlar Kuran
harfi öğretenlerin hapislerde süründüğü, en azından temiz bir dayak yediği, Kuranların, eski yazılı
kitapların yakalanmasın diye gömüldüğü zamanlar. Sonradan resmen “eğitmen” unvanı alır ve daha
rahat devam eder işine. Maarif ordusunun çarıklı erkân-ı harbi dense seza.
Üç ayın sonunda ilk mektubunu yazmış Fehmi Babam. Yayla’dan Kusuru’ya. Anası sevincinden
ağlamış. Dayısı talebelerine önce zarf yapmayı öğretiyormuş. Düzgün bir kâğıdı alıp nasıl kesecekler,
nasıl katlayacaklar gösteriyor, sonra su kabağındaki erik ekşisinden küçük bir çinko çanağa döküyor,
yumuşak bir ağaçtan kesip ucunu bir çeşit fırça haline getirdiği dal parçasıyla ekşiden zarfın katlanan
yerlerine sürüyor. Erik ekşisi tabii tutkal vazifesi görüyor. Sonra bir asker mektubu gibi mektup
yazdırıyor bütün talebelere. Maksat askere gidince kimseye muhtaç olmasınlar, kendi mektuplarını
okuyup yazsınlar. Eh, bu eğitimin meyvelerini de alıyor köy. Askere gidenlerin birçoğu okuryazarlıkları sayesinde isimlerinin sonuna çavuş, onbaşı eki alarak dönüyor kışladan. Fehmi Çavuş da bunlardan biridir. Çavuşluk diploması “koca ev”in duvarını süsler.
Eski düver evlerde babasıyla dayısı bir araya geldi mi uzun kış gecelerinde ocağa kocaman meşe
kütükleri atar kitap okurlarmış. Babası birkaç yıl Emecik’te okumuş. Eski medrese sisteminde bir
mektep olmalı.
- Babam harekesiz eski yazıyı, dayım yeni yazıyı daha güzel okurdu, diyor.
Babası dayısından beş altı yaş büyük.
- Ne okurlardı baba.
- Bazen hikâye okurlardı. Kesikbaş, Geyik Hikâyesi, Aslı-Kerem, Cenknâmeler... Babam en çok Kara
Davut okurdu. Okur okur ağlardı.
Halalardan duyuyorum, dede başka kitaplar da okurmuş. Bir de Osmanlıca yazılı meali varmış, şimdi
ne kadar arıyorlarsa da bulamıyorlar.
Eh okumuş aile. Eskiden de öyleymiş demek. Fehmi Babamın dedesi Molla Ali, kısaca Mollali
derlermiş. Genç yaşta ölmüş. Onlar da yetim büyümüş. Kayın validenin dedeleri de hep hocaymış. Bu sene ilk kez o da anlattı. Dedesi köyün “hatıp”ıymış. İmamı yani, imam ve hatip. Hatıp’ın üç yerde tarlası varmış. Her tarlanın başında küçük bir ev. Köyde o zamanlar herkes aynı. Bir çeşit yarı göçebe hayatı yaşıyorlar. Dedenin her yurtta kitabı olurmuş. Nereye gitse oradaki kitaptan okumaya devam edermiş. Dededeki bu ilim aşkına şaşırıp kalıyorum. Dağın başında sıradan bir köy hocası. Üstesine o zamanlar belki aynı seviyede beş on hoca var köyde. İmamlık mevzusunda rekabet var. Nereden nereye… Sonra tazyik, baskınlar, jandarmanın sıkıştırması başlayınca ne kadar kitabı varsa gömmüş dede. Bir tek Kuran bırakmış. Onu da bir torbayla ambarın altına hafifçe gömermiş. Gider oradan çıkarır, ormanda okur, tekrar aynı yere gömermiş. Sonradan kitapları çıkarmışlar ama okunacak kitap kalmamış, hepsi çürümüş gitmiş. Ambara, samana gömülenleri de fareler kemirmiş. Ben o kemirilmiş kitaplardan birkaçını kayınbiraderin kütüphanesinde görmüştüm.
Kat kat temaşa…
Kayınpeder yazıyla, harflerle ünsiyetini anlatmaya devam ediyor. Yumuşak taşlardan her öğrenci bir
küçük beyaz tahta yaparmış kendine. Kâğıt ilaç adeta, kıt bulunan bir şey. O taşın üstünde
öğrenirlermiş yazıyı. Keçeden küçük silgiler keserlermiş. Sonra pazardan gelen ve yine çok kıymetli
olan kurşun kalemleri sıfır noktasına kadar kullanırlarmış. Köyde bir çeşit çalımsı ağaç var
“dondandokuz” diyorlar. İçi boş dalları var bu ağacın. Kalemler elle tutulamayacak kadar küçülünce,
düzer, bu ağaçtan kestikleri çubuklara sokarlarmış.
Fehmi Babam her gün en az yüz kere şükreder. Binlerce şükür Rabbime, der. Çevresinde okuyan,
yazan, kitaba meraklı çocuklar, torunlar, gelinler, damatlar gördükçe durmadan şükreder. O eski
günleri düşünür, o günleri anlatır. Boş kağıt görür şükreder. Ortalıkta dolaşan birçok sahipsiz kalem
görür şükreder. Son yıllarda en çok da altı yedi yaşlarındaki torunlarının Kuran okuduklarını gördükçe şükrediyor. Binlerce şükür Rabbime… Sonra hemen hüzünleniyor. Babam görseydi bu günleri. Anam görseydi, dayım görseydi… Hemen bir Fatiha okuyor, sevabını ruhlarına hibe ediyor.
Ben de dikkatle dinliyorum artık. O anlatılanlar hep aynı olsa da hep şükür edalı. Şükür nimeti
ziyadeleştirirmiş. Hem bazen yeni bir ayrıntı çıkıyor. Atladığımız bir teferruatı öğreniyoruz.
Şahsen şöyle düşünüyordum eskiden. Bu dağ başında yerleşik hayata yenilerde adapte olmaya çalışan
bir grup insan vardı. Bunlar zamanla cahillikten medeniliğe doğru bir gelişme süreci izliyorlar.
Babalarımız harflerle tanışmış iyi kötü, biz biraz daha haşir neşir olacağız, sonraki nesil belki
medenilerle yarışır hale gelecekler. Şimdi kafamdaki yavaş yavaş gelişmeye göre kurgulanmış bu
şablonun, hali açıklamaya yetmediğini fark ediyorum.
Nasıl oldu da harflerle, kitapla böyle sıkı ilişkisi olan bir toplum cahil bir toplum haline geldi diye
düşünüyorum. Bu sadece harf inkılâbıyla açıklanabilecek bir şey de değil. Nasıl oldu da bir dönem
haniyse bütün çocuklar yetim, bütün kadınlar dul kaldı? Bu fetret devrinden önce bu dağ başlarında
da bizim şimdi anladığımız gibi değil ama bir medeniyet varmış. Hem de ciddi bir medeniyet. Nasılmış acaba?
Bir medeniyet gitmiş, yerine yenisi gelmemiş. Nenelerden kalan nakışlara, elbiselere, kilimlere
bakıyorum. Yok, bu dağ başında… Dedelerin okuma aşkını düşünüyorum. Şimdi çevremde hiç öyle bir dede gördüğümü hatırlamıyorum. Kesik kesik harflerle yazıyor bizim nesil. İnşallah, çocuklar…
Yorumlar
Yorum Gönder