ARMUTLU MASAL


Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Boşu varmış, dolusu varmış; delisi varmış, “hû”lusu varmış... İlle yücesi, ille ulusu varmış. Masallar anlatılır, masallar dinlenir, adeta masallarda yaşanırmış. Bir de o zamanlar her masalın sonunda gökten üç elma düşer, hem anlatanları, hem dinleyenleri, hem de kahramanları mutlu edermiş.
Her masalın sonunda, dedim değil mi? Doğrusu, hemen hemen her masalın sonunda demeliydim. Çünkü arada bir de olsa farklı şeyler de olurmuş.
*
Bir keresinde yine bir masalcı dede masalını “gökten üç elma düştü...” diye bitirdi. Aslında elma değil armuttu bu üçü, üstelik üç değil, dörttüler. Ve elbette, aslında gökten değil armut ağacının dalından düşmüşlerdi. Peki, o zaman neden üç dedik ki... Evet, onun da sebebi var. Ama şimdilik böyle ortasından anlatmayı bırakalım da başa dönelim isterseniz.
Bir ilkbahar günüydü. Daha doğrusu ilkbaharın öyle hemen ilk günleri değil de biraz daha sonraki, ilerlemiş günlerinden biri. Bunu nerden anlıyoruz? Çünkü bahçe yemyeşil olmuş. Öyle kar mar yok. Arık kenarında çimenler, çimenlerin arasında papatyalar. Papatyaların üstünde uçuşan küçücük beyaz kelebekler. Sonra arada kuş cıvıltıları, biraz daha yukardan, kızılcığın oradan. Hani insan sırtımı güneşe verip şöyle bir ısıtsam der ya resimli çocuk kitaplarındaki tatlı resimleri görünce. Hah, işte tam da öyle Ayşegül kitaplarına layık bir ilkbahar manzarası. Hani hayal olmayacak, masal olmayacak, içine girip yürüyüvereceksin.
Yaşlı armut ağacının genç bir dalında o yıl dört tomurcuk vardı. Dört tomurcuktan biri ötekilerden biraz ayrıydı. Üçü de tam olarak bir arada değildi tabi, ikisi birbirine daha yakın, biri onların birkaç parmak ilerisinde. Bu dört tomurcuk, ağacın diğer dallarındaki tomurcuklardan daha önce patlamadılar bir kere; üstelik ne daha yüksekte, ne de daha alımlıydılar. Yani, diğer tomurcuklardan seçilecek herhangi bir ayrıcalıkları, bir erdemleri yoktu. Üstelik bir armut çiçeği tomurcuğunun erdemi olabilir mi, olamaz mı; o konuda da fazla bir şey bilmiyoruz. Siz bu küçük şahadaki tomurcukların masalcı tarafından rast gele seçildiğini düşünme hakkına sahipsiniz. Hem, kim bilir, belki gerçekten de öyledir. Bu gerçek hayatta da çoğu zaman öyle olmaz mı zaten?
Dört tomurcuktan önce nispeten diğer üçünden uzak olan patladı. Nispeten uzak tomurcuk gözünü yarı yarıya açtı ve “vay beee” diye bir hayret nidasıyla değilse de hayranlık düşüncesiyle, akıl yürütmenin sessiz ünlemiyle dünyayı seyre daldı. “Bir özge temaşagah imiş.” dedi içinden. Bulunduğu yerden bir parça gökyüzü, beyaz bir bulutun bir koyunu andıran parçası, ilerdeki dalda tamamen açılmış üç beş çiçek ve kendi bir karışlık dalcağızı görünüyordu. İlk o yalnız tomurcuk patlamıştı. Bir süre sonra üçlü gruptan diğer ikisinin birazcık uzağında olanı yarıldı. Onun gözü aşağı bakıyordu. Kendi dalını görüyordu her şeyden önce. Kendi dalındaki diğer üç tomurcuğu görüyordu. Sonra alt dallardaki bir sürü çiçeği, tomurcuğu, ağacın gövdesini, armut ağacının hemen altından akan arığı, gökyüzünün arığa düşmüş küçük bir parçasını da görüyordu. Hatta bir ara ağacın altında gezinen bir kızcağızı da görür gibi olmuştu ama bu bir küçük andı. Geçti gitti...
Diğer iki tomurcuk hemen hemen beraber açtılar diyebiliriz. Onların yüzü daha çok birbirine ve bir parça kendilerine yakın üçüncü çiçeğe dönüktü. Hatta belki bu dört çiçekten dördüncüsünün bir ölçüde kendi içine dönük olduğunu bile söyleyebiliriz. Tabi bu sözümüz biraz havada kalacaktır kaçınılmaz olarak. Çünkü söz konusu çiçek bir nergis değil, eni konu bir armut çiçeğidir. Peki armut çiçekleri içinde nergisin hastalığına yakalananlar olamaz mı? Aslında olabilir. Bu teknik olarak mümkünse de, burada böyle bir durumdan bahsetmemiz gerekse içlerinden bu pozisyona en uygun olanı sanırım açılış sırasına göre ikinci çiçek olurdu. Çünkü bir kere yüzü arığa dönük. Çağrışım gayet net olmalı burada. Bu dördüncünün içe döküklülüğü ise biraz daha farklı. Diyeceğim, hani biraz içine kapalılık biraz içsellik alaşımlı, daha bir feylosofça, daha bir kalender duruşlu.
Zaten biraz tuhaftı bu dördüncü çiçek. Dalın dördüncü ve son çiçeği olduğu için ona Sonçiçek adını vermişlerdi kendi aralarında. Böyle ad verme modasına kapılmalarına da ara sıra gelip armudun altında oynayan ve armuda çıkmaları yasak da olsa ellerinin ulaşabildiği dallardan yiyen çocuklar sebep olmuşlardı. Ama elbette şimdilik yedikleri bir şey yok. Çiçekler onların armut yediklerini bilmiyorlar. Bunu masalcınız söylüyor. Yukardan, evin balkonundan bakıyor ya. Bu çocukların da her birinin bir adı vardı. Bununla da yetinmez, her gün oyuna başlarken senin adın şu olsun, senin adın bu olsun diye adlardan ad beğenirlerdi. Sonra mesleklerden meslek, statülerden statü beğenirlerdi bir de. Sen hemşire ol, sen dayı ol, sen ayı ol... Ne olmak isterlerse, kim olmak isterlerse olurlardı. Bu dört çiçek de dördüncü çiçeğe senin adın Sonçiçek olsun demişlerdi. Sonçiçek yağmurları severdi. Küçük tatlı yağmur tanelerinin kendini okşamasından hoşlanırdı. Hatta küçük bir yağmur koleksiyonu vardı da bir gün bir arkadaşına ödünç verdi diye alay konusu olmuştu. Bir armut çiçeği için yağmurlardan hoşlanmak pek makul bir şey değildi halbuki, yağmur biraz sert yağsa bir sürü çiçeği yere indirebilirdi. Gerçi bunlar alt dallarda oldukları için bu konuda daha şanslıydı ama yine de bir meyve çiçeğinin yağmurlarla böylesine sıkı fıkı olması hayra alamet sayılmazdı. Üstelik bu çiçek bir de kötü havaları severdi. Diğer bütün çiçekler soğuk vuracak da bir armut bile olamadan toprağa karışacağız diye korkarken bu küçük çiçek güzel havalarda bir ben mutsuz oluyorum, kötü havalarda herkes mutsuz oluyor, dolayısıyla eşitleniyoruz bir parça, diye düşünür ve kötü havaları severdi. Bu iyi kötü hava konusunda ve erken ölümden korkmamada üçüncü çiçek de biraz Sonçiçek’le benzer doğrultuda düşünürdü. Ama onun gerekçesi farklıydı. O kadar gelişip, kıvama gelsek de nasıl olsa armudun iyisini ayılar yermiş, öyleyse ha bir ayıya yem olmuşum, ha daha çiçekken dökülüp çimeni süslemişim, diye düşünürdü. Ama aslında, bir bahar dalı olarak koparılıp, genç bir kızın çalışma masasındaki vazoya yerleştirilmeyi hayal ederdi. Biraz romantikti. Arık kenarındaki birkaç çiçekle tanışmaya, ara sıra civarlarından geçen arılardan, kelebeklerden başka ağaçlardaki, uzak bahçelerdeki çiçeklerin ismini öğrenmeye çalışırdı. Bu yüzden onun adını Binçiçek takmışlardı. İkinci çiçek ise olmadık şeyleri kendine dert eder, aslında pozisyonu o kadar fena olmasa da (yani gördüğü manzara her armut çiçeğine nasip olmayacak cinstendi) genelde bunalım takılırdı. Bunun için adını Bunçiçek takmışlardı. İlk açan çiçeğe de Önçiçek diyorlardı. Hem dalın ilk çiçeği olduğu için, hem de önü açık olduğu, oldukça uzak mesafeyi görebildiği için.
Ömürlerinin tek baharını Bunçiçek biraz bunalım takılsa, Sonçiçek karamsar bir tablo çizse, Binçiçek geleceğe güvenle bakamasa da neşeyle geçirdiklerini söyleyebiliriz. Aslında bu tek baharın tadını en çok Önçiçek çıkardı. Gözü yükseklerdeydi. Bir çok şeyi görebiliyor, diğer daldaşlarını anlattıklarıyla eğlendirebiliyordu. Bunçiçek de arığı ve arığa yansıyan şeyleri görüyordu ama anlatma konusunda her zaman istekli olmuyordu. Anlatsa bile anlatılarıyla neşelendireceğine moral bozuyordu. Kendisi bu durumu “hayatın gerçekleriyle yüzleşmek” tabir ediyordu. Aslında bu durum, kendileri anlayamasa da normal sayılırdı. Çünkü ne de olsa gözü yukarı dönük olan Önçiçek uçan kuşlar, yıldızlar görüyordu. Bunçiçek ise, güçlü fırtınanın kopardığı çiçeklerin çürümeye yüz tutmuş cesetlerini, acele acele ve ıstırapla çalışan böcekleri (Armudun hemen altında bir karınca yuvası vardı.) görüyordu. Sonra yavaş yavaş bir armut oldukları anlaşılmaya başladı. Ve o tatlı beyaz libasları, hani bir zamanlar vücutları sandıkları o beyaz çiçek onlara hiç acı vermeden uçtu gitti.
Şimdi, armutların yazgısı, bir parça ipek böceğinin kaderine benzer aslında. Yani ilk bakışta öyle görünür. Aslında bu benzeyiş içinde bir tezat saklıdır. İpek böceği ya da ipek kurdu önce bir kurttur varı yoğu, sonra kozasını örüp kelebek olur. Tabi, daha kozasının içindeyken kızgın sulara atılıp kendi elleriyle kendi kefenini örmüş olmazsa. Bir armut ise önce bir çiçektir. Bir kelebek gibidir bu haliyle, sonra o kelebek kanadı gibi narin taç yaprakları dökülür, tırtıl gibi etli butlu gövdesiyle kalakalır. Durum tamamen bundan ibarettir. Tırtıl çilesini çekip - uçmak bir erdemse eğer - böyle bir kamilliğe ulaşırken; armut, çiçeğini uçurduğunda çilesinin daha yeni başladığının farkında bile değildir. Üstelik rahat bir geçmişin hatıraları bu çileyi katmerlendirecektir ve elbette bu durumu önceden kestirebilmesi mümkün değildir. Onun çilesi, güneşin bağrında pişmektir. İnsanoğlu şöyle der “Armut piş, ağzıma düş.” Bu bir hazır lokmadır onun için. Umurunda değildir armudun ne ıstıraplarla piştiği. O sadece ağzına düşecek tatlı, sulu bir meyveyle ilgilenmektedir. İşte bizim dört kafadar için de böyle acı bir süreç başlamıştı. Hamlık, pişme ve yanma süreci. Her armut yanmazdı ama. Çoğu armut pişince koparılır, hayatlarının bundan sonraki devresini bir başka hayat derecesinde geçirirlerdi. Bundan geride kalan armutların ne kadarının haberi olurdu? Bu konuda da araştırmacılar net bilgiler veremiyorlar yazık ki.
Gerçi artık çiçek değillerdi ama adlarını değiştirme ihtiyacı hissetmemişlerdi. Birbirlerine yine Önçiçek, Bunçiçek, Binçiçek ve Sonçiçek diye sesleniyorlardı. Aslında bu isimlerin içeriği de kalmamıştı oysa. Dalın neresinde duruyorsun, rüzgârı ve güneşi hangi açılardan ne kadar süreyle alıyorsun... Bir armudun hayat evreleri için bunlar gibi bir çok etken önem taşımaktadır. Yani her armut için aynı saat ve takvim işlemez. Her armut çiçeği kendi hayatı içinde kendine has zaman ölçüleriyle birlikte doğar. Bu ne demektir? Kısaca bu şu demektir ki, mesela ilk açan çiçek ilk dökülecek, yine önce o armut pişecek diye bir kural yoktur. Bütün şartların gayrı nizamî birleşenlerinin tesiri altında pekala son açan çiçeğin ilk dökülen çiçek olması bile mümkündür. Bu arada bir çiçeğin düşünceleriyle bir armudun düşünceleri de aynı olmaz. Bu çiçek bir armut çiçeği bile olsa.
Yukarda anlatılanlar sadece bir örnek ve anlatılanları okurun zihnine yaklaştırmak için söylenmiş olay örgüsünün dışında laf-ı güzaftan ibaret. Bizim ele aldığımız söz konusu dört çiçekten örneğe uygun olsun diye önce en son açılan Sonçiçek dökülmüş değil yani. İlk dökülen Bunçiçek oldu. Bir sabah, kuş cıvıltıları arasında saba rüzgârını dinliyordu. Kendini neşeli hissettiği nadir sabahlardan biriydi. Tatlı saba rüzgârı ve kuş sesleriyle sarhoş, gözlerini kapadı ve içinden, sanki hemen o an uçuverecekmiş gibi bir his geçti. Sanki tamamen hafiflemiş, kendisini armut dalına bağlayan bütün kayıtlardan kurtulmuştu. Sonra gözünü açtı ve gözlerine inanamadı. Gerçekten berrak bir suyun üstünde süzülüyordu. Ama işin en ilginç yanı hem artık armut dalından yavaş yavaş, süzüle süzüle ayrıldığını müşahede ediyordu, hem armut dalından bakıyormuş gibi küçük beyaz beş paraşüt olup süzüle süzüle arığın suyuna inişini. Bir süre sonra bu ilk görüşünü kaybetti. Artık sadece daldaki yerinden, süzülen çiçeğini, kendi kılıfını görüyordu. O an aslında kendinin bir çiçek değil, bir armut olduğunu, çiçeğin sadece kısa bir süre için kendini koruyan zarf olduğunu anladı. Artık kefeni yırtmıştı. Arığa düşen beyaz çiçek yaprakları sanki daha demin kendine ait bir parça, hatta bizzat kendi değilmiş gibi, öyle olduğunu düşünmüyormuş gibi bir süre anlamaz gözlerle bu beyaz yaprakların akışını seyretti. Sonra yaprakları, bir bakıma o güne kadarki kolları kanatları, yavaş yavaş gözden yiterken içini bir hüzün kapladı, boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissetti.
Sonradan bu tecrübesini üç dostuyla paylaşırken olayı aynen bu sözlerle anlatacaktı: “İçimi bir hüzün kapladı, boğazıma bir şeylerin düğümlendiğini hissettim.”
Bu olayı müteakip birkaç gün içerisinde diğer üç armut da çiçeklerini döktüler.
Her birinin ayrı ayrı hamlığı ve pişmek için çektikleri çileler oldu. Bütün bunları anlatmak çok zaman alacak. Hepsini anlatmak bir akşam masalı için bile uzun olurdu. Ama bu uzun olgunlaşma sürecini bitirmeden önce anlatmak zorunda olduğumuz bir sabah var ki, onu atlamak olmaz.
O sabah da bir çok benzeri sabah gibi bir sabahtı aslında. Güneş yine her zamanki gibi doğudan doğmuştu. Artık bir yaz sabahı olduğu için biraz daha erken doğmuştu eskisine göre. Armut ağacının dallarında taranarak tatlı bir rüzgâr esmişti. Biraz ilerdeki çitin kırık üç tahtasından sarkan böğürtlen dalı hafifçe salınmıştı. Bir süre sonra, artık yetişkin birer armut olan dört daldaş uyandılar. Bu günün onlar için diğer günlerden herhangi bir farkı yoktu. “Alem yine ol alem”di, el-alem yine aynı el-alem. Aradan geçen zaman zarfında armutlardan her biri değişmişti. Mesela Bunçiçek artık eskisi kadar sık “Bugün çok bungunum çocuklar.” demiyor, Binçiçek “Aman Tengrim!” nidasıyla bakışları kendine çevirmiyordu. Sonçiçek de yağmur koleksiyonunu bir tarafa bırakmış, az buçuk rüzgârlarla ilgileniyordu. Çünkü artık yaz gelmişti ve yağmurlar tamamen kesilmişti. Bir başka bahar görme şansları da olmadığı için yağmur koleksiyonunu bundan böyle hayalinde bir hatıra olarak saklamaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Önçiçek yine yukarıları rasat ediyordu. Ama eskiden olduğu gibi gördüğü her şeyi, aklından geçen her düşünceyi diğerleriyle paylaşmak gibi bir kaygısı yoktu artık. Daha az konuşuyor, daha çok dinliyordu. Olacakları bilse belki böyle yapmazdı ya neyse.
Bir süre sonra güneş bir iki çam boyu yükselince böğürtlenli çitin iki üç kırık tahtasını iterek birkaç çocuk geldi. Son günlerde ara sıra ellerinde dürümleri geliyor, armut ağacının altında dürümlerini ısırıp havadan sudan konuşuyorlardı. Bazen de gündöndü çekirdeği yiyor, kabuğunu arığa tükürüyorlardı ki Bunçiçek bu durumdan pek hoşlanmıyordu. Bir süre yine eskiden olduğu gibi okullarından, sınıf arkadaşlarından konuştular, son günlerde seyrettikleri filmlerden bahis açtılar. Sonra küçükleri kendini sırt üstü çimenlere attı ve gözlerini bulutlara dikti. Bir süre sonra gözleri bulutlardan daha yakın mesafelere ve nihayet armut ağacının dallarına geldi.
- A, dedi, bakın armutlar olmuş.
Hepsinin gözleri armudun o an için kendilerine en yakın olan dalına çevrildi. Bu dal, bizim dört armudun bulundukları daldı. İriceleri yerinden kalkıp önce bir bacağındaki kotun arkasını silkeledi. Sonra uzandı. Elleri yetişmeyince bu kez zıpladı. Dala yapışıp sonra dalı bıraktı. Dal ciddi bir sarsıntı geçirmişti. Üç armut ne olduğunun farkına bile varamadan kendilerini yerde buldular. Ama aynı yerde değil. O an Bunçiçek çocukların önüne düştü. Hemen kaptılar. Doğrusu isabet olmuştu. Çünkü içlerinde en etli butluları bu idi. Diğer armutlar dikkatlerinden kaçmıştı. Sonçiçek ilk düşen olmuştu halbuki, yine dalgın anına rastlamıştı ve birden kendini yerde bulmuştu. Ama düştüğü yerde de kalamayıp, arığa yuvarlandı. Sonra arık boyunca aktı gitti. Onu böğürtlenli çite kadar takip edebildik, sonra ne oldu, nereye gitti bilmiyoruz. Binçiçek ise çok sevdiği papatya kümelerinden birinin içine düşmüştü. Çocuklar onu ne kadar aradılarsa da bulamadılar. Ellerindeki tek armudu suyunu akıta akıta sırayla ısırarak yediler.
En acınacak durumda olan Önçiçek’ti aslında. Üç arkadaşı düşünce dalda tek başına kaldı. İki sağlam yaprak düğümü arasında kaldığı ve dalın üst tarafında olduğu için bu büyük sarsıntıya bile dayanmış, yere düşmemişti. Arkadaşlarının nerelere düştüğünü, başlarına neler geldiğini o an için ilgiyle izledi. Ama bir süre sonra sıkılmaya başladı. Birkaç arı gelip sağından solundan yediyse de yavaş yavaş kuruyup buruşuyor ama kimse onu bulunduğu yerde göremiyordu. Ve artık konuşabileceği, gördüklerini, düşündüklerini paylaşabileceği hiç kimse yoktu. Güzün kurutmak için kalan armutları silkmeye gelen yetişkinler de onu göremediler. Böylece karıyla kışıyla üç kez mevsimlerin dönüp dolaştığını gördü tek başına. Bir insan, hadi bilemedin bir hayvan vücudunda dirilemediği için yandı durdu. Hiç değilse toprağa karışabilse, humus olabilseydi... Ama işte tek başına, muallaktaydı. Üç yıl sonra artık gövdesi çürümeye başlayan armut bir kış günü şiddetli bir rüzgâra dayanamadı ve gürültüyle yıkıldı. Ayşegül’ün annesi balkona çıktı ve:
- Olacağı buydu, dedi, ben beni bileli orada bu yaşlı armut.
İki bıyıklı adam gelip bir bıçkıyla armudun gövdesini biçtiler. Götürüp odunluğa istif ettiler. Bu arada kapkara, buruşuk mu buruşuk bir armut böğürtlenin altına yığılmış gübrenin yakınına düşmüştü. O bahar, orada küçük bir fidan çıktı. Ayşegül’ün annesi çevresini arıtıp bu fidana özenle baktı. Ama hiç kimse bu fidanın nasıl çıktığını anlayamadı. Kimi kuşlara verdi, kimi buzağıya. Oysa bizim Önçiçek üç yıl hiç konuşmamış, bütün duyuşlarını, düşüncelerini çekirdeğine atmıştı. İyice olgunlaşıp sertleşen çekirdek de böyle uygun bir vasat bulunca filizlenivermişti işte.
Yazın dört yıl önce armutların olduğunu gören küçük oğlan ninesiyle bahçeye inmişti. Ninesine küçük fidanı gösterdi.
- Nine, dedi, şu fidana bak, ne bilge duruşu var değil mi?
Ninesi gülümsemekle yetindi...

*

Bir gün yaşlı bir adam etrafına oturup pür dikkat onu dinleyen torunlarına masal anlatıyordu. Bir ara çocukken bir arık kenarında kendini çimenlere atışını, dalda gülümseyen üç armudu görüşünü hatırladı ve sözlerini şöyle bitirmeye yeltendi: “... sonra gökten üç armut düşmüş, biri...”
Orada, o an onu dinlemekte olan torunları hemen atıldılar:
- Hayır, hayır. Armut değil dede, elma. Gökten hep elma düşer.
- Peki, öyle olsun, dedi, yaşlı adam, elma olsun...

(Aysona'dan)






Yorumlar

Popüler Yayınlar